EDEBİYAT,TARİH,KÜLTÜR,SANAT,TİCARET,HAYAT,SOSYALMEDYA VS.

Category archive

Edebiyat

Yaşamı güzelleştiren, insanı hayata bağlayan, öz duygularla zenginleştiren edebiyattır. "Suut Kemal Yetkin"

Mustafa Ulusoy – Giderken Bana Bir Şeyler Söyle

/ yazar

Göze zor gelen meseleler hallolur da, ya yüreğe zor gelenler? Mustafa Ulusoy bir başka kitabında, “İnsan dağları devirebilir, demiri eritebilir, aya ayak basabilir fakat bir şey zihnine takıldı mı onu oradan söküp atamayabilir.” der. Haklıdır da.

Kapı Yayınları, s.207-210

Bir çift göz 

   Zamanın örtüsünü yavaş yavaş sıyırdı. Hayatı tekrar tekrar bilincine sızdı. Acılı ve kasvetli, kayıplarla, kederle dolu olsa da onun da bir hikâyesi vardı. Dr. Mavi, onun da bunu fark etmesini istiyordu. 
   İçini açmaktan korktuğu kutu gibi, geçmişine bakmaktan da korkuyordu ama bir kere kutunun kapağını kaldırmıştı. Oradaki boşlukları, yalnızlıkları, anlamsızlıkları, güvensizlikleri, büyük suskunluk dönemlerini görmek acı verse de, hikâyesini anlatmak, anlatırken sesini duymak, sesini duyarken anlamaya başlamak, anlamaya başladıkça va rolmak… Henüz anlama noktasına yeni gelmişti. 
   Kaybettiğini düşündüğü hayatını bir nebze de olsa ele geçirmişti. Belleğinin soğuk köşelerinde donuklaşan sahneler yavaş yavaş canlanmış; sancılı, mahzun, buruk imgeler önce kalbine, oradan da muhayyilesine akmıştı. Hayatın öyle boşu boşuna akıp gitmediğini, hiç değilse belleğinde tutulduğunu bilmesini istiyordu Dr. Mavi. 
   Turuncu, hikâyesini ilk kez birine bu kadar detaylıca açarak bir ilki daha yaşıyordu. Bunca çok şeyi anlatacağını hiç ummamıştı. Tanımadığı birine hayat öyküsünü anlatmak, gizli saklı duygularını bir başkasının şahitliğine sunmak başlangıçta zor gelse de giderek hoşlanmaya başlamıştı bundan. Bunu Dr. Mavi’yle paylaşmalıyım, diye düşündü. Paylaşmalıyım, demesi dikkatini çekti. Paylaşmak da onun için yabancı bir kavramdı. 
   “Öykümü sana anlatırken çok zorlanacağımı düşünmüştüm. Zannettiğim kadar zor olmadı ama. Üstelik bir süre sonra bundan hoşlandığımı fark ettim. Sence neden?” 
   Dr. Mavi, Turuncu’nun bu halini seviyordu. Onunla yol almak, düz bir yolda yürümek değildi. Turuncu kat kat açılırken, aniden bir yan yola sapıyor, beklenmedik bir sapakta hiç ummadıkları bir keşif yapıyorlardı. Başta bu sapmalar asıl konuyla ilgisiz gibi görünüyor ama bir süre sonra temel konuyu besleyen, onun çözümünü kolaylaştıran önemli bir yan unsur haline geliyordu. Ana yoldan sapıp bir dağ yoluna dönüvermek, o yolla yüksek bir yamaca çıkmak ve oradan ana yolu seyretmek gibiydi. 
   “Bundan hoşlandın, çünkü yaşadıklarına bir çift göz şahit oldu.” 

   “Ne demek bu?” 

   “İnsan olmanın farklarından biri de Turuncu, yaşadıklarımızın görülmesine, fark edilmesine, anlaşılmasına, onaylanmasına ihtiyaç duymamız. Bir çift gözün, varoluşumuza tanıklık etmesi. Çok hoş bir duygudur bu. Varoluşsal bir ihtiyaçtır.” 
   Dr. Mavi, Turuncu şımarık bir kız çocuğunun sesiyle “Biraz daha açar mısın?” deyince onun iyileşmeye başladığını, kendisine acımaktan, bir kurbanmış gibi hissetmekten yavaş yavaş sıyrıldığını düşündü. 
   “Eğer hayat varsa, acı tatlı olaylar varsa, kazanılanlar ve kaybedilenler varsa, güneş doğuyorsa ve batıyorsa, insan doğuyor, yaşıyor ve ölüyorsa ama bütün bunlara şahit olan biri yoksa ne anlam ifade eder ki?” 
   “Yani” dedi Turuncu, “sen bir bakıma benim yaşadıklarıma tanıklık ettin, benim hikâyem senin tanıklığınla…” Durdu.  
   “Biraz yardım eder misin?” 

   “Senin hikâyen, benim tanıklığımla çoğaldı. Sana özgü, sana ait, aslında sen olan hikâyeni şimdi ben de biliyorum. Yani seni şimdi ben de biliyorum. Hikâyen artık iki kişi tarafından biliniyor. Böylelikle çoğalmış oldu. Yani şahitlik, yaşananları, varoluşu çoğaltır.” 
   “İki şeyden söz ediyorsun ama. Birincisi, bir hikâyeye sahip olmak ve bir başkasının, senin deyiminle bir çift gözün bu hikâyeye şahitlik etmesi.” 
   “Evet, doğru” diye onayladı Dr. Mavi. “Sahip olduğun hikâye, hayatının farklı dönemlerinde sergilediğin eylemlerin, düşüncelerinin, hissettiklerinin toplamıdır bir bakıma. Varlığın anne rahmine düştüğü andan, şu ana kadar birbiri ardına oluşan olayların bir kaydıdır senin hikâyen. Ya da hepimizin hikâyesi. Ayrıca hissettiklerimizi başka birine anlatana kadar çoğunlukla gerçekten hissettiğimiz şeyin ne olduğunu kavrayamayız. Bu yüzden insanlar birbirlerine, Yaratıcı’ya açılırlar, yaşadıklarını anlatırlar, kendilerinden bahsederler. Bunu çoğunlukla konuşarak yaparız, bazen de yazarak. En güzel yollardan biri de dua etmektir. Şunu iyice fark etmeye çalış; her şey olup bitti diye bir şey yok insan için. Olan biten belleğin deposunda tutuluyor. Orada hikâyeleştiriliyor. Sonra o hikâyeye anlam aranıyor. Hikâyelerimiz çoğunlukla bir anlam bulmak için ifşa ediliyor. Bu, insan olmanın en önemli özelliklerinden biri. Bir hikâyeye sahip olmak hatta hikâyenin kendisi olmak. İşte artık şunu hissedebilirsin: Benim bir hikâyem var veya hikâyenin kendisi aslında benim!” 
   “Hikâyem acılarla, kayıplarla dolu olsa bile mi?” 

   “Evet, öyle olsa bile. Hayat bu değil midir zaten?“


Bu pasaj, Kapı Yayınları'nın Mustafa Ulusoy - Giderken Bana Bir Şeyler Söyle kitabından alıntıdır.

Friedrich Nietzsche – Böyle Buyurdu Zerdüşt

/ yazar

Gece, çoğu vakit sessizliğin ve yalnızlığın temsilidir. Kim bilir, dünyamızı aydınlatan nice öykü, nice şiir karanlıkta yazılmıştır. Nietzsche, “Geceleri uyumayanların yolundan çekilin.” der ve gülümsetir.

Çevirmen: Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Yayınları, s.183-186

Yurda Dönüş

Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! O kadar uzun süre yabani yaşadım ki yaban ellerde, sana dönerken gözyaşı dökmemek mümkün değil!

Hadi tehdit et beni parmağınla annelerin tehdit edişi gibi, hadi gülümse bana annelerin gülümseyişi gibi, hadi de ki: “ Kimdi o, bir zamanlar bir fırtına gibi esip uzaklaşan benden?

-Kimdi ayrılırken şöyle seslenen: Uzun süre oturdum yalnızlıkta, unuttum susmayı! Bunu  iyice öğrendin mi şimdi?

Ey Zerdüşt, her şeyi biliyorum: çoğunluğun içinde bir başına, benim yanımda olduğundan daha terk  edilmiş olduğunu da!

Terk edilmişlik başkadır, yalnızlık başka: Bunu öğrendin şimdi sen! Ve insanların arasında her zaman yabanıl ve yabancı olacağını da:

-Yabanil ve yabancı olacaksın seni sevseler bile: çünkü her şeyden önce esirgenmek isterler!

Ama burada yurdunda ve evindesin; burada her şeyi söyleyebilir ve bütün sebepleri döküp sayabilirsin, hiçbir şey gizli, inatçı duygulardan utanmaz burada.

Burada her şey sevgiyle yaklaşır konuşmana ve şımartır seni; çünkü senin sırtına binmek isterler. Her türlü benzetmenin sırtında koşturursun burada her türlü hakikate.

Dosdoğru ve dobra dobra konuşabilirsin burada her şeyle: ve sahiden, nasıl da övgü gibi gelir kulaklarına birinin her şeyle doğru konuşması!

Oysa terk edilmiş olmak başka bir şeydir. Çünkü hatırlıyor musun, ey Zerdüşt? Bir zamanlar kuşun senin üzerinde haykırdığında, sen ormanda bir cesedin yanında, nereye gideceğine karar verememiş, durduğunda:

-‘Hayvanlarım yol göstersin bana! İnsanların arasında daha tehlikede olduğumu gördüm, hayvanların arasında olduğumdan,’ dediğinde.

–İşte buydu  terk edilmişlik!

Ve anımsıyor musun hâlâ, ey Zerdüşt? Sen kendi adanda otururken, boş kovaların arasında bir şarap pınarı olarak, veren ve dağıtan, susamışlara armağan ve ikram eden:

-Sonunda içmişlerin arasında tek başına susamış olarak oturduğunda ve geceleyin ‘Almak vermekten daha kutlu değil midir? Ve çalmak almaktan daha kutlu?’ diye yakındığında.

–işte buydu  terk edilmişlik!

Ve anımsıyor musun hâlâ, ey Zerdüşt? En sessiz saatin geldiğinde ve seni kendinden alıp götürdüğünde, uğursuz bir fısıltıyla, ‘Konuş ve kırıl!’ dediğinde

-en sessiz saatin bekleyişini ve suskunluğunu bir ıstıraba dö-nüştürdüğünde ve alçakgönüllü cesaretini kırdığında: işte buydu  terk edilmişlik!”

Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! Nasıl da mutlu ve narin konuşuyor sesin benimle!

Birbirimizi sorgulamayız, birbirimize yakınmayız, birbirimize açığız ve birlikte geçeriz açık kapılardan.

Çünkü açıktır sende hava ve aydınlıktır; ve saatler bile daha tez ayaklarla koşar burada. Çünkü daha zordur zamanı taşımak karanlıkta.

Burada varlığın tüm sözleri ve sözcük kutuları açılıyor bana: varlığın tümü sözcüğe dönüşmek ister burada, tüm oluş burada benden konuşmayı öğrenmek ister.

Ama aşağıda orada her şey konuşur, her şey duymazdan gelinir. Kişi bilgeliğini çanlarla duyurabilir; çan sesleri pazaryerindeki tüccarların metelik seslerinde boğulacaktır!

Her şey konuşur onlarda, hiç kimse bilmez artık dinlemeyi. Her şey suya düşer, hiçbir şey düşmez artık derin kuyulara.

Her şey konuşur onlarda, hiçbir şey gelişmez, sona ermez. Her şey gıdaklar, ama kim hâlâ yuvada oturup da kuluçkaya yatmak ister yumurtalara?

Her şey konuşur onlarda, her şeyin cılkı çıkarılır konuşa konuşa. Ve her ne varsa daha dün, zaman ve zamanın dişleri için henüz sert olan; sarkar bugün kazınmış ve kemirilmiş bir halde bugünkülerin dişlerinin arasından.

Her şey konuşur onlarda, her şey ifşa edilir. Ve bir zamanlar derin ruhların sırrı ve gizli saklısı olduğu söylenen, bugün sokak çığırtkanlarının ve başka kelebeklerin dilinde.

Ey insani varlık, sen tuhaf şey! Sen karanlık sokaklardaki gürültü! Şimdi yine arkamda kaldın: en büyük tehlikem arkamda kaldı!

Esirgemek ve acımaktı her zaman en büyük tehlike bana; ve her türlü insani varlık da esirgenmek ve acınmak ister.

Saklanmış hakikatlerle, çılgın ellerle, çılgın bir yürekle ve bol bol küçük merhamet yalanıyla: böyle yaşadım insanların arasında.

Kılık değiştirip oturdum aralarında, onlara katlanayım diye, kendimi yanlış anlamaya hazır ve, “Seni deli, insanları tanımıyorsun!” diye kendimle konuşmayı seve seve kabullenerek.

Kişi insanların arasında yaşadığında unutuyor insanları: çok fazla ön yüz vardır tüm insanlarda, ne işi var orada uzağı gören, uzağa tutkulu gözlerin!

Ve yanlış tanıdıklarında beni: çılgınlık bu ya, kendimden çok esirgerdim onları: kendime karşı sert olmaya alışkın, hatta çoğu zaman bu esirgemenin intikamını da kendimden alarak.

Zehirli sinekler tarafından sokularak ve sayısız kötülük damlasıyla taşlar gibi oyularak oturdum onların arasında: “Küçük olan hiçbir şeyin kendi suçu değildir küçük olmak!” dedim bir de kendime.

Kendilerine “iyiler” diyenlerin en zehirli sinekler olduklarını gördüm; tüm masumiyetleriyle sokar, tüm masumiyetleriyle yalan söylerler; nasıl başarabilirler ki bana karşı adil olmaya!

İyilerin arasında yaşayana merhamet öğretir yalan söylemeyi. Merhamet tüm özgür ruhları boğucu bir havayla sarar. Akıl sır ermez iyilerin budalalığına.

Kendimi ve zenginliğimi gizlemek işte bunu  öğrendim orada, aşağıda: çünkü tinin de hâlâ yoksul olduğunu gördüm orada. Buydu benim merhametimin yalanı, herkeste bildiğim

-gözle görmüş ve kokusunu almıştım her birinde, ne kadar tinin yeterli  ve ne kadar tinin fazla olduğunu!

Onların uyuşuk bilgelerine: bilge dedim, uyuşuk değil, -sözcükleri yutmayı öğrendim böylelikle. Onların mezar kazıcılarına: araştırmacılar ve sınamacılar dedim sözcükleri birbiriyle değiştirmeyi öğrendim böylelikle.

Mezar kazıcılar hastalık kazarlar kendilerine. Kötü kokular gizlenir eski molozların altında. Bataklığı karıştırmamalı. Dağlarda yaşamalı.

Mutlu burun deliklerimle soluyorum dağın özgürlüğünü yeniden! Kurtuldu burnum sonunda tüm insani varlıkların kokusundan!

Köpüklü şaraplar gibi sert esintilerle gıdıklanarak hapşırıyor  gönlüm  hapşırıyor ve kutluyor kendini: “Sağlıklı yaşa!”

Böyle söyledi Zerdüşt.

 

Bu pasaj, Türkiye İş Bankası Yayınları’nın Friedrich Nietzsche – Böyle Söyledi Zerdüşt kitabından alıntıdır.

Murat Menteş – Dublörün Dilemması

/ yazar

İnsan, tuhaftır. Kendi derdi en büyük, davası en yüce, sevdası en kara, acısı en vahim zanneder. Tam da bu yüzden Murat Menteş şöyle der: “Halbuki ben, onun düşmekten korktuğu uçurumun dibindeydim.” Sizin en feci ihtimalleriniz, ötekinin en sıradan gerçeği olabiliyor sevgili okur. Fazla dertlenmemek gerek. Var olun.

April Yayıncılık, s.196-199

Sana baktıkça tatlım,
Rus ruletinde kaybetmenin acısı gibi bir acı duyuyorum.
(Dodo Donor, Can Çekişmenin İcapları)

**
Hacer Ceren elinde bir bastonla eşikte duruyor…
Güzelliğiyle balıkları bile kendine çeken bu kadına çeken bu kadına âşığım. Bundan tam 4 sene, 7 ay, 13 gün önce nişanlanmıştık. Ve bundan tam 4 sene, 7 ay, 12 gün önce “Yüzükleri gömelim Habip,” dedi bana. Bir erkeğin hayatında, gerçekten 24 saat süren bir gün vardır. Hacer Ceren’le nişanlı olduğumuz o gün benim için öyleydi. Nişanı bozmasına itiraz etmedim. Beni dinlemez zaten. Hacer Hobo olmayı reddetti diye onu suçlayamam…

   İniyor muyuz, çıkıyor muyuz bilmiyorum. Hacer Ceren, asansörün aynasında kirpiklerini inceliyor. Boşluğa bakarak mırlıyorum: “Hayatının geri kalanını birisiyle geçirmek istediğini anladığın zaman, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını dilersin.”

   “Biliyor musun Hobbit?” (Bana ‘Hobbit’ der.)
“Neyi?”
“Yanılgılarımızın çoğu, düşüneceğimiz yerde duygulanmak ve duygulanacağımız yerde düşünmekten doğar.” Ve yanağımı öpüyor.
“Bir gözlük almalısın Geronimo.” (Geronimo: Hacer Ceren’in lakabı.)
“Neden?”
“Her defasında dudaklarımı ıskalıyorsun.”

   Hiç unutmam, bundan tam 4 sene, 7 ay 11 gün önceydi. Yüzünde badem unu, yumurta akı ve gülsuyu karışımından oluşan maskesiyle Hacer Ceren, pencereyi açıp bana seslendi: “Habip Hobbit! Gün boyu beni takip ettin sesimi çıkarmadım! Bana Cyranoluk taslama artık! Burnundan zorun mu var?”

   Yavaşça sokağın ortasına yürüdüm. Bir araba ani bir fren çığlığıyla dibimde durdu. Fren sesi kalbimden gelmişti sanki. Şoför şimdi de kornaya basıyordu. Korna sesi Hacer Ceren’in gözlerinden geliyordu sanki. İki adımda Hacer Ceren’in sarktığı pencerenin hizasına vardım. Başımı iyice geriye atmıştım ve boynum ağrımaya başlamıştı. İniltili bir haykırışla “Geronimo!” dedim, “Daha dün cennetteydim fakat şimdi cehennemdeyim!” İçeri girip pencereyi kapattı. Biraz sonra apartmanın dış kapısından çıkarken bana cevap veriyordu: “Mark Twain der ki: ‘Cennet ve Cehennem hakkında ileri geri konuşmam, çünkü her ikisinde de dostlarım var.’ ” Ve elime bir kitap tutuşturup geri döndü. Kitaba baktım: Cennete Dair İfritvari Mülahazalar / Mark Twain. Rastgele bir sayfa açıp okudum: “Gök gürültüsü korkutur, fakat asıl işi yapan şimşektir.”

   Hacer Ceren’le bir yaz gecesi terastaki masalardan birinde oturuyoruz. Gözlerinin ışıltısı, İstanbul Boğazı’nınkini bastırıyor. Masaya, editörlüğünü yaptığı Şimdi dergisinin yeni sayısını bırakıyor. Kapak konusu: ‘Evlilik: Çifte Standart.’

   Abartılı hareketlerle dilimin altından bir elmas yüzük çıkarıyorum. Hacer Ceren’in bileğini kavrayıp yüzük parmağını yaladıktan sonra yüzüğü şlak diye takıyorum: “Evlen benimle Geronimo.”

   “Ağzından çıkanı… kulağın duyuyor mu?”
“Beni boşver, sende durum nedir?”
“Pekala, Hobbit, fakat şunu bil ki soyadımdan vazgeçmem.”
“Ben de sevgilim.”

   Müstakbel Hacer Ceren Hobo, gözlerini gözlerimden ayırmadan başını eğerek, katlanmış elindeki yüzüğün elmas’ına bir öpücük konduruyor.

   Hacer Ceren’le caddelerde kol kola yürüyoruz.
Hacer Ceren’le lunaparkta gondola biniyoruz.
Hacer Ceren’le Venedik’te gondola biniyoruz.
Hacer Ceren’le Baudrillard’ın konferansını dinliyoruz.
Hacer Ceren’le sinemadan çıkıyoruz.
Hacer Ceren’le bir balonun sepetinde yükseliyoruz.
Hacer Ceren’le bir Cerrahi tekkesinde sessizce oturuyoruz.
Hacer Ceren’e viyola çalıyorum.
Hacer Ceren’e papatya alıyorum.
Hacer Ceren’e küçük sihirbazlık numaraları yapıyorum.
Budapeşte’den Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Paris’ten Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Kahire’den Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Bükreş’ten Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Şanghay’dan Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Münih’ten Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Kalküta’dan Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Barselona’dan Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Dubai’den Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Johannesburg’dan Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Oslo’dan Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Marakeş’ten Hacer Ceren’e telefon ediyorum.
Dünyanın neresine gidersem gideyim, gönlümün başkentinde oturan Hacer Ceren’le irtibatı koparmıyorum.

Bu pasaj, April Yayınları'nın Murat Menteş - Dublörün Dilemması kitabından alıntıdır.
 

Pierre Loti – İzlanda Balıkçısı

/ yazar

Çevirmen: Semih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, s.116-118

 İnsan; sevmeden, sevilmeden, doya doya okumadan, şu güzel yeryüzünü karış karış keşfetmeden yaşamaktan nasıl bahseder? Victor Hugo, “Herkes ölür, fakat herkes gerçekten yaşamaz.” derken tam da bundan bahseder. O vakit, yeni bir haftanın telaşına kapılıp, yaşamayı ertelemeyin sevgili okur. Zamanımız pek az. Var olun.

 

Yann, yukarıya çıkınca, fırdolayı çevresine, denizin kocaman, tanıdık halkasına baktı uykulu gözlerle.
Çevresindeki sonsuzluk o gece çok şaşırtıcı yalın görüntüsüyle, donuk renkleriyle göze çarpmaktaydı; derinlik duyguları uyandırıyordu insanda yalnız.

Dünyanın hiçbir belirli bölgesini, hiçbir çağını göstermeyen bu ufuk, yüzyılların başlangıcından beri öylesine değişmeksizin kalıyordu ki, insan ona baktıkça gerçekten bir şey görmemiş sanıyordu kendini. Yalnız, yalnız var olan, var olmaktan başkası da ellerinden gelmeyen şeylerin ölümsüzlüğüydü bu.

Tam gece bile denemezdi buna: Ortalık hiçbir yerden gelmeyen bir ışık kalıntısıyla aydınlanmıştı hafifçe. Sanki alışkanlığın zoruylaymış gibi, bir hışırtı duyuluyor, amaçsız bir inilti işitiliyordu. Ortalık kurşuniydi; bakışların altında kaçıp giden bulanık bir kurşunilik. Esrarlı dinlenişi, uykusu sırasında deniz, göz alıcı olmayan, insanın adlandıramayacağı renkler altında gizleniyordu.

Yukarıda dağınık bulutlar vardı, rastgele biçimlere girmişlerdi yeryüzündeki nesneler bir biçim edinmezlerse yapamazdı çünkü- karanlıkta giriftleşerek büyük bir örtü haline geliyorlardı.

Yalnız, bu gökyüzünün bir yerinde, çok alçakta, suların hemen yakınında bulutlar mermer damarlarını andıran çizikler meydana getiriyorlardı. Çok daha uzak olmakla birlikte, daha belirgindi bunlar. Dalgın bir elin, görülsün diye değil de, öylece, gelişigüzel çizdiği gibi bir resim. Uçacak sanki, yok olacak neredeyse. Bu toplulukta bir bunun anlamı var gibiydi yalnız. Bütün bu yokluğun üzüntülü, ele geçmez düşünceleri orada yazılıydı sanki. İnsanın gözleri de, elinde olmaksızın, takılıp kalıyordu buna.

Oynak göz bebekleri dışarının karanlığa alıştıkça, Yann da gökteki bu çizgili tek yere gittikçe daha çok bakıyordu. İki kolunu açmış da yıkılıp düşen bir insanın biçimi vardı bunda. Şimdi orada bu manzarayı görmeye başladıkça, gerçek bir insan gölgesiymiş gibi geliyordu bu ona: Çok uzaklardan geldiği için devleşen bir gölge.

Sonra da zihninde sözle anlatılmaz düşlerle ilk çağlardan kalma inançlar birlikte dalgalanıyor, karanlıklar dolu gökyüzünün bir ucunda yıkılıp kalmış bu üzgün gölge, gitgide, ölen Sylvestre’in anısına karışıyor, ondan sonra bir görüntü halini alıyordu.

Birtakım imgelerin böyle acayip tarzda birbirlerine bağlanmalarına alışıktı o: Yaşamın başlangıcında, çocukların zihinlerinde oluşur bunlar en çok. Yalnız, sözler ne denli belirsiz olurlarsa olsunlar, bu şeyleri anlatmak için belirgin, açık sayılırlar yine de. Ara sıra düşlerde konuşulan o belirsiz dil araya girer: Uyandığı zaman, insan konuşulan o şeylerden artık anlamı kalmamış, bilmece gibi parçaları anımsar.

Yann bu buluta baktıkça derin bir üzüntü –kaygı dolu sırlardan, bilinmez şeylerden oluşan bir üzüntü- duyuyordu: Bütün benliğini dolduran bir üzüntüydü bu. Az önceye göre şimdi daha iyi anlıyordu ki zavallı Sylvestre hiç, ama, hiç geri gelmeyecekti.

Yann’ın yüreğinin sert, sağlam kabuğunu delmek için epey uğraşmış olan acı şimdi taşarcasına doluyordu oraya. Sylvestre’in tatlı yüzünü, çocuk bakışlı gözlerini görüyordu yine. Aklından ona sarılıp öpmeyi geçirdikçe, göz kapaklarının arasına elinde olmadan perdeye benzer bir şey düşer gibi oluyordu.

Delikanlılık çağında bir kerecik olsun ağlamadığından, bunun ne olduğunu iyi anlayamadı önce. Göz yaşları iri iri, çabuk çabuk yanaklarından akmaya başlamışlardı bile. Sonra, göğsünün derinlikleri hıçkırıklarla sarsıldı.

Vakit geçirmeden, tek söz söylemeden, hızla yine balık avına koyuldu.

Bu sessizlik içinde kendisini dinleyen iki arkadaşı bir şey işitmiş görünmekten sakınıyorlardı. Yann’ın çok içine kapanık, çok kibirli olduğunu bildiklerinden, onu öfkelendirmekten korkuyorlardı.

Yann’ın kafasında ölüm demek, her şey son bulup gitmiş demekti.

Ölüler için yapılan dualara arada bir, saygısızlık olmasın diye, onun da katıldığı oluyordu ama, ruhun ölümsüzlüğüne hiç de inanmıyordu. Denizciler aralarında yaptıkları konuşmalarda sanki çok iyi biliyorlarmış gibi- kısa, kesin bir tarzda söylüyorlardı bunu. Yalnız, bu hal onların hortlaklardan için için korkmalarına, mezarlıklardan çekinmelerine, evliyalarla muskalara iyice güvenmelerine, hele kiliseleri çevreleyen kutsal toprağa karşı sanki doğuştan bir saygı beslemelerine engel olmuyordu.

Sözgelimi, Yann da denizde boğulup gitmekten çok korkardı kendi hesabına. Sanki daha da bir yok olup gitmek gibi gelirdi bu ona. Yalnız Sylvestre’in orada, alttaki o uzak toprakta kalmış olduğunu düşünmek acısını daha umutsuz, daha yoğun bir hale sokuyordu.

Ötekilere aldırmadığı için, sanki yalnızmış gibi, kendini tutmadan, hiç çekinmeden ağladı, ağladı.

Bu pasaj, Varlık Yayınları’nın Pierre Loti – İzlanda Balıkçısı kitabından alıntıdır.

Elio Vittorini – Sicilya Konuşmaları

/ yazar

Helikopter Yayınları, s.29-32

   “Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”

Taptaze bir vicdanı olmasını istiyordu -kendisi böyle diyordu: Taptaze, öyle bir vicdan ki her zaman yerine getirmekte olduğu görevlerinin dışında başka sorumluluklar, insanlara karşı yeni, daha yüce ödevler yüklensin. Çünkü her zaman yerine getirilen ödevler insanın içini rahatlatmaz olmuştu. İnsan hiçbir şey başaramamış gibi oluyordu bu durumlarda. Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bırakıyordu.

“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”

Konuşmasını burada kesince Catanialı atıldı:

“Doğru,” dedi.

Sonra gözlerini kocaman ayak parmaklarına dikti. “Evet,” dedi. “Bence doğru söylüyorsunuz.”

Kunduralarına bakmaya devam ediyordu. Sağlıklı, kanlı canlı bir görünüşü olsa bile, güçlü ama evcilleştirilmiş bir hayvanın, bir at ya da bir öküz gibi bir hayvanın hüzünlü havası vardı onda. Yeniden, hastalığına bir ad bulunmuş gibi inanmış bir sesle, “Evet, doğu,” dedi. Gene de kendisiyle ilgili bir şey anlatmadan sormakla yetindi:

“Siz, profesör müsünüz?”

“Profesör mü? Ben mi?” diye hayret etti Koca Lombardialı.

Lombardialının yanında oturan ihtiyarcık da o kurumuş yaprağa benzeyen gövdesinden kopmuş sesiyle, “Heh,” deyip varlığını belli etti. Ağzından birtakım sözler çıkan kurumuş bir hasır parçasıydı sanki.

“Heh, heh,” diye güldü iki kere.

Kaplumbağanın dış kabuğunu andıran kara, derimsi yüzünde gülen gözleri pırıl pırıldı.

“Heh,” dedi ağzı kumbara deliği gibi aralanarak.

Koca Lombardialı ona dönerek, “Gülecek bir şey yok dedecik, gülecek bir şey yok,” dedi.

Yeniden, en baştan başlayarak hikayesini anlatmaya koyuldu: Messina yolculuğu, Leonforte’nin üst taraflarına düşen toprakları, -kendi deyimiyle- biri öbüründen güzel üç kız çocuğu, heybetli ve kurumlu atı, insanlarla anlaşamayan, onlarla anlaşmak için yeni bir vicdanın ve yeni ödevlerin yüklenilmesi gerekliliğini duyan kendisi hakkında konuştu. Bu sözlerden çoğu, zaman zaman doğrudan doğruya Koca Lombardialıya bakıp ıslığa benzeyen o cılız sesiyle, “Heh,” deyip, gülen ufak ihtiyara söylenmişti.

“Peki ama neden?” dedi Koca Lombardialı birden ihtiyara. “Neden böyle rahatsız bir şekilde oturuyorsun? Şunu arkaya kaldırabiliriz.”

Böyle diyerek ihtiyarcığa tehlikeli bir şekilde tüneyip dururken arkasında destek olan tahta kol desteğini kaldırıverdi. “Bu kalkar,” dedi Koca Lombardialı.

İhtiyar dönüp yukarı kaldırılmış kol desteğine baktı ve birkaç kere, “Heh, heh,” dedi. Sonra yeniden kendine sıkıntı veren oturuş biçimini aldı. Küçük sert derili eliyle kendi boyundaki bir bastonun yılan başı biçiminde oyulmuş sapını kavramıştı.

İhtiyar kol desteğine bakmak için döndüğü zaman yılanın başını gördüm, sonra da sapın ağzında yeşil bir şeye gözüm takıldı, portakal dalının ucunda üç yeşil yaprakçık. İhtiyar da beni görmüştü, yeniden “Heh,” dedi. Dal parçasını yılanın ağzından alıp yılanınkinden pek de farklı olmayan kendi ince ağzının içine soktu.

Koca Lombardialı orada oturanların hepsine birden dönerek, “Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”

“Gerçekten hoca değil misiniz?” diye sordu Catanialı. Boğa gibi sağlıklı, boğa gibi hüzün dolu bir duruşu vardı; durmadan kunduralarına bakıyordu.

“Ben mi hocaymışım?” dedi Koca Lombardialı. “Bende profesöre benzer bir taraf var mı? Cahil değilim elbette. Canım isterse elime bir kitap alıp okuyabilirim, ama profesör değilim. Çocukluğumda Salesiano’ların okuluna göndermişlerdi, ama profesör değilim.

Böylece Catania’dan bir önceki istasyona varmış olduk. Kara taştan Catania şehrinin dış mahallelerine varmıştık bile. Kuru hasır parçası gibi, “Heh, heh,” diyen ihtiyarcık birden kalkıp trenden indi. Catania’ya girdiğimizde de tren yolunun aşağısında kalan kara taşlı binaların doldurduğu sokaklarda güneş parlıyordu. Catania istasyonunda durunca, Catanialı ile birlikte Koca Lombardialı da indi. Ben de pencereden bakarken Bıyıklı’yla Bıyıksız’ın da inmiş olduklarını gördüm.

Aslında herkes inmişti, yolculuğumuz bu sefer güneşin altında, boş vagonlarda yeniden başladı, ben de onlarla neden inmediğimi düşündüm.

Bu pasaj, Helikopter Yayınları’nın Elio Vittorini – Sicilya Konuşmaları kitabından alıntıdır.

sahife başı