Bozkurt’ların Ölümü !!!

Blog > Makale Söz ve Yazılar > Bozkurt’ların Ölümü !!!
Kategori: Makale Söz ve Yazılar | Okunma: 37 | Tarih: 20 Kasım 2011 | Yazar: Gökhan KARAOĞLU

Gökte ay bu donanma gecesinin parlaklığını bile geride bırakacak kadar olgun ışıldıyor, ortalığı gün ortasında olduğu gibi apaydın seçilecek bir hale getiriyordu. Ana caddeye açılan dar sokaklardan birisi üzerinde bulunan bu öğrenci pansiyonu tatil yüzünden çok tenha idi. Sokağa bakan seddin üzerindeki tahta sıralarda altı yedi genç ciddi yüzlerle oturuyor, herkesin gülüp eğlendiği, hiç değilse aile ocağında bulunduğu bu mutlu anda uzak yurt köşelerindeki evlerinde bulunmamanın verdiği keder, dalgın bakışlardan okunuyordu. Yemekten yeni dönmüşler, gelişi güzel sıralara ilişmişlerdi. İçlerinden bir tanesi güzel yüzlü, kumral, ince bir kızdı. Yumuşak ve sessiz duruşunda bir şiir ahengi sezilmesine rağmen fen talebesiydi. Belki de bu sebeple çok az konuşuyor, zaten tükenmiş gibi duran konuşmayı canlandırmaya teşebbüs etmiyordu. Hepsinden biraz ayrı oturan uzunca boylu, oldukça iri bir genç arkadaşlarından bir şey, biraz canlılık, biraz konuşma bekler gibi bir müddet sessiz oturup da onların konuşmadıklarını görünce ceketinin cebinde ikiye katlanmış ve elde taşınmaktan yıpranmış bir kitap çıkararak tâ gözlerinin içine kadar sokup okumağa başladı. Bu hareketi, o andaki durumla o kadar yakışıksız düşmüştü ki gençler istemeksizin gülüştüler. İçlerinden en ufak tefek görünen ve sesi de bir tuhaf çıkanı bağırdı.

 

İşte tam bir edebiyatçıya yaraşan poz! Yahu! Şu güzel tabiatı seyretmek, hiç değilse seyreder görünmek dururken insan gözlerini ziyan etmek pahasına kitap mı okur?

 

Edebiyatçı olduğu söylenen genç önce cevap vermeğe niyetli görünmedi. Fakat sonra umumi bir neşenin doğmak üzere olduğunu görünce bunu körüklemek isteğine kapılmış olacak ki

 

Ya sen, dedi, şu güzel tabiatı seyreder görünürken acaba kafanda neler kuruyorsun? Kim bilir kaçıncı defadır ki ihtiyar dünyayı seyretmek için göğün en yüksek noktasına kurulan aydedenin en şairane manzaralarla beraber nice biftek gibi kanlı meydan savaşları gördüğünü, nice süngülerin kendi ışığı sayesinde nice çelik yüreklileri acımadan delişini seyrettiğini ve buna rağmen hâlâ o canlı gülümseyişini nasıl koruyabildiğinin hikmetini mi, arziyatçı beğimiz?

 

Tabiyeci genç hemen cevabını bastırdı:

 

Bu benim değil, romancıların konusudur azizim. Ben bu en muhteşem gecede bile göğe bakarken ayın yalnız kendisini düşünürüm. Yoksa onun kocamış, buruşuk yüzündeki gülümseyişini değil. Hattâ, bir edebiyatçı muhayyelesiyle konuşayım, bu gülümseme günün birinde bir kahkahaya dönse bile beni yine ilgilendirmez.

 

Aynı pansiyonda yaşıyan bütün öğrencilerin, en eski Türk tarihçisini kastederek hep birden “Tonyukuk” diye adlandırdıkları bir diğeri, bir tarih talebesi heyecanla atıldı:

 

Ya günün birinde ayın gök yüzünde üç yerde birden gözüktüğünü görürsen yine ilgilenmez misin?

 

Ufak yapılı genç yavaşça bu konuşana dönerek:

 

“Sen akşamki pilavı fazlaca kaçırmış değilsen muhakkak ki tarihçiliği bırakıp da roman konuları kurmağa başladın. Yoksa bu saçma suali sormazdın” dedi.

 

Tonyukuk gülümsedi:

 

Tarihçiliği bırakmadım. Ama sen de maddeciliğine rağmen kehanetler savurmağa başladın. Çünkü hakikaten bir roman yazmak üzereyim. Hem de öyle bir roman ki hayatın bizzat kendisini aksettirecek. İçinde hem romantizme, hem de realizme yer olmakla beraber bizzat hayatın akışından ayrılmayacağım ve buna olduğu kadar tarihe de sadık kalacağım. Bir roman ki size 1300 yıl öncesini yaşatacak ve birbiri ardınca sahneye çıkan kahramanlar günümüze kadar gelecek. Bir roman ki içinde yalnız bir tek kahraman bulunmayacak. İçindeki her şahıs, tıpkı hayatta olduğu gibi başlı başına bir kahraman olacak. Romantiklerin de, realistlerin de eserlerinde daima bir tek iskelet var: Romanın kadın ve erkek iki kahramanı arasındaki aşk macerası, halbuki benim kitabımda yüzyılların akışı bulunacağı için bir tek maceraya, hele on binlerce romanda tekrar edile edile artık pek bayağılaşan, müptezel olan aşk hikâyelerine saplanıp kalmama imkân yok. Bu, yepyeni bir tip roman olacak. Başarabilirsem sana, ey aydede mütehassısı, koca bir teleskop hediye edeceğim.

 

O zaman kadar sessizce konuşmayı takip etmiş olan genç kız karıştı:

 

İyi ya. Bu anlattıklarına göre senin romanın tamamiyle realist bir eser olacak.

 

Müstakbel muharrir bu sefer ona döndü:

 

Hayır! Benim kitabım, realitedir diye insanların fizyolojik bütün hareketlerini en ince teferruatına kadar îmâdan, hattâ teşhirden çekinmeyen eserlerden olmayacak. Maddî hayattan ayrılmayacağım. Ama son günlerin bazı telif eserlerinde moda olduğu üzere en basit ve tabiî, fakat nezih olmayan konuları kitabıma yüklemieyeceğim. Bir psikolog nasıl her meselenin hangi ruhî âmille işlendiğini düşünür, bir hekim nasıl bir hastalığın hangi sebeple başladığını bulmağa çalışırsa, ben de tarihle çok uğraştığım için olacak milletlerin hareket hatlarının neye dayandığını aramakla çok vakit geçirdim. Şu muhakkak ki bir milletin münevverleri de, halk tabakası da işlenmeğe çok elverişli. Bunun için de en iyi şey, yani en iyi araç eserler olabiliyor. Bir aralık Almanya’da intihar edenlerin birçoğunun cebinde Verter’in bulunduğunu bilmiyor musunuz? Bizdeki hamâsetin yüzyıllarca sürüp gitmesine de Köroğlu, Danişmend Gazi, Battal Gazi gibi ilk müellifleri meçhul kahramanlık destanları sebep olmadı mı? Ben üslûpçu ve yazıcı olmadığım için bu işin ne dereceye kadar üstesinden geleceğimi bilemem. Nasıl basit bir köy hekimin sessiz çalışmaları, kimse farkına varmadan, sağlık istatistiklerinde bir yekûn tutarsa, nasıl bir piyade bölüğünün savaşı kesin sonucu hazırlayan sebepler arasında yer alırsa, ben de eserimle milli terbiyemiz için kendimce faydalı saydığım bir hamle yapacağım. İşte o kadar…

 

O zaman, az önce ayın ışığından faydalanarak okumağa çalışan genç atıldı:

 

- Kaç gündür şu dâhiyane klâsikleri okumaktan ve anlamağa çalışmaktan öyle bir

dımağ yorgunluğuna tutuldum ki, eğer eserine başladınsa ve hele hareketli bir

başlangıcı varsa, kuzum biraz anlat da kendime geleyim.

 

 

Bu teklif oradakilerin hepsine birden hoş geldi. Halkayı biraz daha daraltarak bu düşünceye iştirak ettiklerini gösterdiler. Aydede bile iyi işitebilmek için biraz daha alçalmıştı. O sırada sanki birdenbire her şey değişti: Öğrenciler pansiyonu olan evin yerinde şimdi 1300 yıllık bir Türk çadırı vardı. İnce yapılı kız gürbüz, sağlam, çekik gözlü bir bozkır kızı olmuştu. Erkeklerin saçları uzayarak omuzlarına dökülmüş, başlarında birer börk peyda olmuştu. Ceketleri kaftan, iskarpinleri çizme haline gelmişti. Edebiyatçının elindeki klâsik eser şimdi bir kopuz, fencinin dolma kalemi bel kemerine asılı bir bıçaktı. Hepsi çimenlere bağdaş kurmuşlar, kılıç yaralarıyla çentilmiş sert yüzlerine başka bir anlam veren ala ve yeşil gözleriyle Tonyukuk’a bakıyorlardı. Müstakbel romancı da belindeki kılıçla heybetli bir er olmuştu. Hiç nazlanmadı ve ağır bir sesle şöylece anlatmağa başladı:

 

621 YILINDA BİR YAZ GECESİ

 

Atlılar geniş çayırlığa dağılmışlar, dinleniyorlardı. Atından inmemiş olan Yüzbaşı Işbara Alp buyruklar veriyor, atını öteye beriye sürüyordu. Gece basıp ortalık iyice kararınca o da atından indi. Çerilerinin yaktıkları ateşe doğru yürüdü. At uşağı Çalık onun atını almış gezdiriyordu.

 

Bu gece yüzbaşının gönlünde bir sıkıntı vardı. Bilmeden iş görüyordu. Ateşe doğru ısınmak için yürümüştü. Ateşe yaklaşınca yaz olduğunu, ısınmak gerekmediğini hatırladı. Çeriler et kızartıyorlardı. Ateşe varınca erlerden birisi diz yere vurarak (1) yüzbaşıya bir çamçak kımız (2) sundu. Işbara Alp kımızı dikti. İsteksizce içti. İkinci bir erin sunduğu et kızartmasını almayarak yanlarından ayrıldı. Biraz ilerideki büyük ağacın dibine geldi. Bir oyuğa oturdu. Baktı, dalakaldı…

 

Onbaşı Yamtar ateşin biraz uzağında oturmuş, hem pusatlarını (3) gözden geçiriyor, hem de kızarmış bir et parçasını yiyordu. Savaş günlerinde onbaşı kendisini iyi kullanır, çürük tahtaya basmazdı. Üç günlük yemeği bir günde yer, sonra da üç gün ağzına bir lokma koymadan dayanır, gücünü de kaybetmezdi. Savaştan önce de kılıcını biler, oklarının ucunu keskinleştirirdi.

 

Onbaşı, kılıcını iyice biledikten sonra bir de denemek istedi.yerden bir ot kopararak kılıcın keskin kıyısına değdirdi. Ot bu dokunuşla kesiliverdi. Aynı zamanda arkadan bir ses duyuldu: “Kılıcın keskin ama usun (4) da keskin mi?” Yamtar başını çevirmeden cevap verdi: “Sırasında o da keskindir”

 

- Öyleyse bil bakalım, bu gece yüzbaşı neden bunlu (5)?

 

Bu sözleri söyliyen kişi Onbaşı Yamtar’ın yanına çöktü. Bu; Onbaşı Pars’tı.

- İki gün önce Çuluk Kağan’ın önünde yapılan kılıç oyunlarında Yüzbaşı Işbara Alp yenildi. Onun için sıkıntılı duruyor.

- Yüzbaşı kime yenildi?

- Tunga Tigin’e

- Yüzbaşı bunun için neden üzülsün? Tunga Tigin’i kılıçta kimse yenemez ki yüzbaşı yensin. Hem yüzbaşı yenilse de gene bahadırlıkta Tunga Tigin’e denk sayılır. Kılıç oyununda Tunga Tigin, Işbara Alp’ı yendiyse at yarışında, ok atmada da Işbara Alp, Tunga Tigin’e üstün geldi.

- Peki öyle ise neden sıkılıyor?

 

Onbaşı Pars birak yudum kımız içtikten sonra cevap verdi:

 

- Binbaşı olacaktı, olamadı.

 

Yamtar biraz düşündü. Bu sebep onu kandıramamıştı.

 

- Işbara Alp, binbaşı olmadım diye bunalacak kişilerden değildir… dedi

- Ben de binbaşı olmadığı için sıkılıyor demiyorum.

- Ya ne diyorsun?

- Işbara Alp Binbaşı olamadı. Buna da İ-çing Katun sebep oldu. Yüzbaşı buna kızıyor diyorum.

- Yüzbaşı buna nasıl kızar? İ-çing Katun, Çulluk Kağan’ın karısıdır.

- Karısıdır ama Çinlidir.

 

İki onbaşı uzun zaman sustular. Dalmış gibi idiler. Onbaşı Pars söze başladı:

 

- Gözümle gördüm: Kağan’ın otağı yanında yüzbaşı Katun’u selamlamadı. Görmemiş gibi yaptı.

- Doğrusunu istersen yüzbaşı haklıdır. Katun neyse ama bizim elimizde tutsak olan Çinliler de artık işlere karışmağa başladılar.

- Işbara Alp da bunun için Çinlilerden tiksinir. Katun’u selamlamadığı için binbaşı olamadı. Öfkeden uykusu kaçmıştır.

- Bizim Çulluk Kağan, bahadır, iyi Kağandır ama şu Çinli karıyı almasaydı daha iyi olurdu.

- Bu Çinli karı bizim başımıza kötü işler açacak diye korkuyorum

- Çin’de eskiden Sui kağan ailesi vardı. Şimdi Tang kağan ailesi çıktı. Bu kadın eski ailedendir. Çin’de gene kendi ailesinin hâkim olması için Çuluk Kağan’ı kışkırtıyor diyorlar.

- Kışkırtsa ne çıkar? Bizce hepsi bir değil mi?

- Oranın yüzbaşısı bilir. Bana kalırsa susup uyumak iyi. Sıkıntılı nesneler konuşup boşboğazlık etmekten terlemiş, sırılsıklam olmuşum.

 

***

 

Işbara Alp, karşı yatan kara dağa bakarken, yarın o dağın ardında toplanıp Çin’e akın edecek orduyu düşünüyor, akın olduğu halde neden içinin sıkıldığını anlayamıyordu. Koca çayırlıkta çıt kalmamıştı. Rüzgar üflemiyordu bile… Işbara Alp büsbütün sıkıldı. Börkünü başından, sadağını sırtından çıkardı. Genişlemek, sıkıntısını gidermek istedi. Boşuna… Dönüp ardından baktı. Bütün atlar başları yukarda, kulakları dikilmiş duruyordu. Yüzbaşı: “Sıkılan yalnız ben değilmişim” diye mırıldandı. Uyuyan çerilerin arasını gezmek için börkünü giyip, sadağını takındı. Şaşılacak şey! Uyumuş, dalmış gibi gözüken, çıt çıkarmayan çerilerin hepsi uyanıktı. Yattıkları yerde yıldızları seyrediyorlar, çevreleriyle, terlerini siliyorlardı. Geceleyin böyle bir sıcaklık şimdiye dek görülmemişti.

Yüzbaşı yeniden eski yerine geldi. Gökyüzüne baktı. Gözleri gökte dikili kaldı. Batı yanından kara bulut hızla geliyordu.

 

Bu bulut bir Çin atlısına benziyordu. Yeryüzünde bir ot bile kıpırdamazken gökyüzünde bulutun bu kadar hızlı dolaşmasını yüzbaşı iyi bulmadı. Kendi kendine, bir uğursuzluk olacak diye düşündü. Tam o sırada yanından yıldırım gibi bir şeyin fırladığını gördü. Bir hayvan, belki bir tilki idi. Nereden çıkıp nereye gittiği belli değildi. Canı sıkılan yüzbaşı tilkiye benzeyen hayvanı görünce birdenbire sadağına el attı. Yıldırım hızı ile yayına bir ok yerleştirdi. Düz çayırlıkta kaçan hayvanı gezleyip(nişanlamak) oku fırlattı. Yüzbaşının oku boşa gitmişti. Işbara Alp otuz beş yıllık ömründe ilk defa attığını vuramamıştı. Birdenbire yüzünde bir soğukluk duydu. Sonra hızlı geriye dönerek bağırdı:

 

- Çalık!

 

Sert bir sesle cevap verdi:

 

- Buyur!

- Toplan borusunu çal!

 

Fakat Çalık daha boruyu dudaklarına götürmeden ışıklı gece birdenbire karardı. Ay

görünmez oldu. Bir boradır koptu. Yıldırımlar ortalığı inletmeğe, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmağa başladı. Çalık’ın, keskin borusu öterken çeriler yıldırım hızı ile fırlayarak atlarına koşutsular. Yüzbaşı bir sıçrayışla atına atladı. “Ardımdan gelin. Tez davranın!” diye haykırdı. Korkunç yıldırımlar sağda solda çatlarken, dolu yüzlerini acıtırken yüz atlı karşıki dağa doğru dolu dizgin at sürdüler. Yüzbaşı, karşı yatan dağın eteklerindeki sığınaklara erişmek istiyor, atlılar ardı sıra yarışıyordu. Fakat bu yarışma uzun sürmedi. Rüzgar kendilerine doğru yaman bir uğultu ile esiyor, atların ve erlerin soluğunu tıkıyordu. Yüzbaşı durmadan, olduğu yerde atını şahlandırarak yüz geri etti: “Geri dön! Dört nala!” diye bağırdı. Atlar kamçılandı. Atlılar şimdi öncekinin tam aksine koşuyorlardı. Fakat rüzgar karmakarışık esiyor, gidilecek yolu şaşırtıyordu. Atlar kesiliyordu. İliklerine kadar ıslanmışlardı. O güzel çayırlık batak olmuş, atların yolunu kesiyordu.

 

Şimdi, yarım günde geldikleri yere doğru kaçıyorlardı. Dayanaklı atları ile oraya pek çabuk varabilirlerdi. Fakat rüzgar onları yoruyor, karanlık ve yağmur, yollarını şaşırtıyordu. Böylece bir iki saat koştular.

 

Yağmur kuduruyor, rüzgar deliriyordu. Artık atlar da, erlere kulak asmaz olmuştu. Bir aralık yolları bir inişe geldi.. karanlıkta bu inişe saldırdılar. Burası ağaçlık bir yerdi. Buraya gelmek onlar için çok kötü oldu. Yağmurlar bu inişte sert akan bir dere yapmışlardı. Yıldırımlar ise ağaçlığı kasıp kavuruyordu. Korkunç takırtılarla düşen iki yıldırım bütün atları çileden çıkardı. Kişneyerek dereye atıldılar. Çalığ’ı üzerinden atan at deli gibi boşluğa doğru koşarken üzerine düşen bir yıldırımla yanıverdi. Çalık talihli çıkmıştı. Birkaç atlı dereye kapılmışlar, bağırıyorlardı. Kimse kimseye yardım edecek halde değildi. Atından düşmemiş bir Işbara Alp kalmıştı. Atsız kalan erler ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kimi atını tutmaya savaşıyor, kimi sığınacak bir yer bulmaya çabalıyordu. Bir onbaşı kılıcını çekmiş kendi buyruğundaki erleri düzene koymaya çalışıyordu. Yıldırımlar sıklaşmıştı. Yüzbaşı bir an durdu: “Türk Tanrısı bizden yüz mü çevirdi?” diye düşündü sonra sert, gür sesiyle şöyle haykırdı:

 

- “Hepiniz buraya gelin,yanımda toplanın!” Erler bu buyruğa baş eğerek toplandılar. Işbara Alp bağırdı: “Tanrı ya bizden yüz çevirdi, yahut kılıçlarımızı keskinleştirmek istiyor. Tez olun. Kılıçlarınızı çıkarıp şuraya yığın!”…

 

Ortalığı bir an, kılıç şakırtısı bürüdü. Çeriler kılıçlarını üst üste yere fırlattılar.Yüzbaşı

da en üste kendi kılıcını attıktan sonra “Ardımdan gelin!” diye bağırdı. Çerileri biraz ilerde, ağaçlıktan uzaktaki kayaların yanına getirdi. Artık geri dönmenin de imkanı kalmamıştı. Sular yukardan inip aşağıdaki dereye karışıyor, dere de boyuna kabarıyordu. Işbara Alp bağırdı:

 

- Kayalara sıkı yapışın. Dayanan kurtulur. Gücü kalmayanı sular alıp götürür!

 

Çeriler dizlerine yaklaşan suyun içinde kayaların çıkıntılı, sivri yerlerine tutundular. Sular yükseliyor, yıldırımlar biraz ilerdeki kılıç yığının üstüne düşüyordu. Onbaşı Yamtar, tutunduğu kayanın yukarıya doğru sivri ve ince olduğunu görünce tek eliyle hemen kemerini çıkardı. Yanındaki iki çeriye buyurdu.

 

- Daha bütün gücümüz tükenmemiştir. Beni sıkı tutup şu kayışımı kayanın sivriliğine bağlamama yardım ederseniz üçümüzde kurtuluruz. Daha birkaç kişi de kurtulur. Sıkı tutamazsanız üçümüz birden suya kapılır, gideriz. Haydi bakalım sen suya sırtını verip yaslan bizi koru, sen de beni tut, sulara kapılmadan şu kayışı düğümleyim!

 

 

Onbaşı Yamtar, kemerini ortasından iyice düğümledi. Sarkan iki ucunu aşağıya uzattı. Bu uçlardan birini kendisi tuttu. Birine de diğer çerilerden biri yapıştı. Öteki çeri onbaşıya asılmıştı. Su bellerine yaklaşıyordu. Artık yıldırımlara aldıran yoktu. Güçleri kesiliyordu. Soluyorlar, ellerini kayalara sıkıca kenetleyerek sulara kapılmamaya uğraşıyorlardı.

 

Işbara Alp hala atının üstünde idi. Yayının kirişini kayanın sivriliğine takmış, demirini de eliyle tutuyor, böylece sulara karşı kendini de , atını da koruyordu. Onbaşı Yamtar şimdi kayaya ilmiklediği kemerine daha sıkı sarılmaya mecburdu. Çünkü artık onbaşıya asılan çeri tek değildi. Bunlar birbirine sarılarak uzayan belki yirmi kişi olmuşlardı. Fakat Yamtar itiraz etmiyor, irkilmiyor, yalnız kemere daha sıkı sarılmaya uğraşıyordu. Bu ara yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükseldi.

 

- Kurt Kaya, elini çöz!..

 

Ve ondan sonra ortalığı gene yıldırımların sesi bürüdü. Işbara Alp tam zamanında

gürlemişti. Herkesten daha yukarı tutunan yüzbaşı çakınların (6) zaman zaman ışımaları arasında Yamtar’ın bütün yaptıklarını görmüş, sonra da birbirine tutunarak uzayan bu insan zincirini hiç seslenmeden gözleriyle kovalamıştı. Gönlü daima Tanrının kendilerinden niçin yüz çevirdiğini aramakla uğraşıyordu. İşte durmadan Çin’e akıyorlar, yağıdan bir an uzak kalmıyorlar, kılıçlarının kında uyuduğu, yayların gerilmediği, okların sadaklardan çıkmadığı bir tek gün geçirmiyorlardı. Fakat Tanrı gene niçin kızmıştı? Yüzbaşı bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan da Yamtar’ı gözlüyordu. Birden parlayan bir çakının kısa ışığında sivri kayanın bu bir alay çeriye güç dayanan eski kayışı her an artan bir çabuklukla kemirip eğelediğini gördü. Ne yapacağını bir çakın hızıyla kararlaştırdı ve haykırdı: “Kurt Kaya elini çöz!.. Kurt Kaya Yamtar’ın ardına yapışan erlerin arkadan onuncusuydu. Yüzbaşının buyruğunu alınca bir an tereddüt etmedi ve kara, azgın sular bu on eri bir anda yuttu. Yüzbaşının ikinci defa gürleyen sesi Yamtar’a tehlikeyi bildirdi:

 

- Yamtar; tek dur, kayış kopacak…

 

Genç onbaşı biraz daha gayret etti. Kendini arkasındaki bütün ağırlığa rağmen insan

gücünün son gayretiyle ileriye almaya muvaffak oldu. Diğer eliyle de kayanın bir çıkıntısını yakaladı. Şimdi daha fazla emniyette idiler. Yukarıdan aşağı akan sular hızını saklamakla beraber yağmur dinmiş, rüzgar kesilmişti. Her biri, bir yere ilişen çeriler birer birer toplanmaya başlamışlardı. Üzerlerine yapışan sırılsıklam giyimleri altında her biri biraz daha uzun görünüyordu. Işıyan günün altında yüzbaşının buyruklarını yapmak için öteye beriye koşuyor, yardım gereken arkadaşlarına el uzatıyorlardı. Kargaşalık daha bir müddet sürdü. Gün yerden bir ok boyu yükseldiği zaman her şeyi sükûna kavuşmuş buldu.

Yüzbaşı Işbara Alp işlerin yoluna girdiğini görünce çerilerine bağırdı: “Haydi, kılıç yığınına varın. Herkes öz kılıcını bulsun!” Çeriler davrandılar. Yıldırım, kılıçların bazılarını parçalamıştı. Işbara Alp’ın kılıcı en üstte, eskisinden daha parlak, daha keskin duruyordu. Atlarını yitirmiş olanlar arıyorlar, hayvanları adlarıyla, ıslıklarla çağırıyorlardı. Uzaktan kişnemeler işitiliyor, ölmeyen atlar birer ikişer ortaya çıkıyorlardı. Bazılarının atları dönmüyor, bazen gelen atların da atlıları artık yaşamıyordu. Işbara Alp kılıcına bakıyor, yıldırımlarla eskisinden daha çok keskinleşen kılıcını Tanrının kendisini yargılaması diye algılıyordu. Fakat bu fırtına, bu dolu?.. Bu sular, bu ölen çeriler?… Tanrı hem yargılıyor, hem de kızıyor muydu?

 

Yüzbaşı, kaç kişinin öldüğünü anlamak isteyince onbaşılara bağırdı:

- Onbaşılar! Hepiniz kendi çerilerinizi sayın!

 

Onbaşılar kendi çerilerinde toplanan erleri saymaya başladılar. Işbara Alp birer birer sordu:

 

- Onbaşı Yamtar!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Bir eksik var…

- Onbaşı Sülemiş!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Bir eksik var…

- Onbaşı Sançar!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Bir eksik var.

- Onbaşı Pars!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Tamam

- Onbaşı Gök Börü!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Tamam

- Onbaşı Arık Buka!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Beş eksik var.

- Onbaşı Buğra!

 

Yüzbaşı Işbara Alp, bu soruya cevap alamadı. Yeniden bağırdı:

 

- Onbaşı Buğra!

 

Tok bir ses cevap verdi:

 

- Onbaşı Buğra uçmağa varmıştır. (7)

- Erleri tamam mı?

- Tamamdır.

- Onbaşı Kara Budak!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Üç eksik var.

- Onbaşı Üç Oğul!

- Buyur.

- Erlerin tamam mı?

- Bir eksik var.

 

Işbara Alp, onbaşılara eksikleri sorarken elindeki bir çeteleye bıçağı ile eksikleri çiziyordu. Sorgu bitince hepsini saydı. On üç er ve Onbaşı Buğra ölmüşlerdi.

 

Güneş ortalığı ısıtıyordu. Gökte koyun tüyüne benzeyen ak bulutlar vardı. Geceleyin sırılsıklam olup üşüyen çeriler, şimdi yavaş yavaş kuruyup ısınıyorlardı. Daha biraz önce atlıların toplandığı inişte göğüslere kadar yükselen su, önüne geleni aparan, Gök Türk ordusunun on dört yiğidini yutan su şimdi neredeydi? Türk ellerinin, her şeyi bağrında eriten toprağı, yüzyıllarca durmadan kanla beslenen bozkırlarının toprağı sanki bu suları bir anda içmişti. Topraktan ince bir buğu yükseliyor, yükseklerde iri kuşlar uçuyordu.

 

Işbara Alp yeni bir buyrukla çerilerini dün gece konakladıkları yere doğru götürmeğe başladı. Daha düzlüğe yeni çıkmışlardı ki karşıdan bir atlının kendilerine doğru dolu dizgin geldiğini gördüler. Kır bir ata binmiş olan bir çeri otuz adım önlerinde durarak bağırdı:

 

- Yüzbaşı Işbara Alp kimdir?

 

Işbara Alp at sürüp cevap verdi:

 

- Benim! Sen kimsin? Ne istiyorsun?

 

Atlı yere atlayarak diz yere vurup yüzbaşıyı selamladı:

 

- Ben Bağatur Şad’ın at uşağıyım. Bağatur Şad, tez kendi ordusuna dönmenizi buyurdu. Çin’e akın yapılmayacak. Çuluk Kağan ağulanıp uçmağa varmıştır.

 

Atlı bir sıçrayışta atına bindi. Dumanlı bozkırda atını yıldırım gibi sürmeğe başladı. Bozkırda atlının uzaklaşan nal seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Işbara Alp’ın erleri arasında bir ölüm sessizliği vardı. Donmuş kalmışlardı. Kimse bir söz söylemiyor, soluk almaktan çekiniyorlardı. Işbara Alp başını göğe kaldırdı. Dün geceki uğursuz bulutu aradı. Boşa attığı oku düşündü. Geceki borayı, fırtınayı, doluyu göz önünden geçirdi: “Tanrı Ulu Kağanımızı alarak bizden yüz çevirdi” dedi. Sonra sararmış, fakat sessiz, kendisine bakan çerilerine buyruk verdi:

 

- Ardımdan tez gelin! Erken varmalıyız!

 

Sonsuz bozkırda 86 atlı uçuyordu. Çuluk Kağan’ın inisi (8) Bağatur Şad’ın buyruğu altında olan Yüzbaşı Alp onun ordusuna gidiyordu. Dakikalar geçtikçe atların hızı artıyor, kaşlar çatılıyordu. Atların yeleleri, çerilerin uzun kumral saçları havada dalgalanıyordu.

———————————————–
(1) Eski Türkler, büyüklerini dizlerini yere vurarak selâmlarlardı.
(2) Kımız, kısrak sütünden yapılmış Türk içkisidir. Çok besleyicidir. Çamçak, tahtadan yapılmış bardan demektir.
(3) Pusat: Silah
(4) Us: Akıl
(5) Bunlu: Kederli
(6) Çakın: Şimşek
(7) Uçmak: Cennet. Eski Türklerde sayılan birisi için “Öldü.” yerine “Uçmağa vardı yahut “Uçavardı.” denilirdi.
(8) İni: Küçük erkek kardeş

 

BAĞATUR ŞAD

Dört yana salınan ulaklarla bütün çeriler Bağatur Şad’ın ordusunda toplanmışlardı. Artık geriye dönülüyordu. Çuluk Kağan’ın öz ordusuna, oradan da yurda göç olacaktı. Yirmi bin atlı kuzeye doğru ağır ağır gidiyorlardı. Yüzbaşı Işabara Alp 85 çerisiyle birlikte bu kümenin ortalarında bulunuyordu. Bütün ordunun ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü Çuluk Kağan’ın İ-çing Katun tarafından ağulanarak öldüğünü öğrenmişlerdi.

 

Onbaşı Yamtar’la Onbaşı Pasr dizinin arkasında idiler. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Pars diyordu ki:

 

- Çinli Katun’un yaptığını gördün mü? Çin’in altını üstüne getireceğimizi anlayınca Kağan’ı ağuladı.

 

Yamtar şöyle cevap veriyordu:

 

- Anlayamıyorum. Bu Katun kendi ailesinin gene Çin’de Kağan olmasını istemiyor mu? Çuluk Kağan Çinlileri tepeleyerek onun istediğini yapacaktı. Öyleyse neden Kağan’ı ağuladı? Bana kalırsa başka sebepler olsa gerek.

 

- Başka sebep ne olabilir ki?

- Ne olacağını bilmem. Elbette bu kadın sorguya çekilecek. O zaman sebebin ne olduğunu biz de öğreneceğiz.

- Bu kadının ölmesi gerek. Elbette yay kirişle onun soluğunu tıkayacaklardır.

- Kağan’ı ağulayan kim olursa olsun yay kirişle öldürülemez. Onun kılıçla başını uçurmalı, yahut okla göğsünü delmeli (1).

- Bağatur Şad’ın otağına bakan Çinli uşakları gördün mü? Belli etmek istemiyorlar ama içleri içlerine sığmıyor.

- Bağatur Şad, ağası Çuluk Kağan’ı ağulayan bu karıyı sağ bırakmaz.

- Zaten bu Çinli karılar hep kısır oluyorlar. En soylusu beş tane doğurabiliyor. İnekler buzağılar. Kısraklar tay doğurur Kancık itten yavru çıkar. Çinlinin dişisi ise hiç işe yaramaz. Üstelik Kağan’ımızı ağular.

- İşe yaramayan yalnız dişisi mi? Erkeği ne işe yarar?

- Erkeği hiç olmazsa tarla sürüp kumaş dokuyor. Biz akın edince yağma için bize mal hazırlıyor.

 

Sular kararırken ordu konakladı. Yaz olduğu için çadırlar yoktu. Bir gece önceki fırtına pahalıya oturmuştu ama artık onun bir daha gelmeyeceğini biliyorlardı. Tanrı Çuluk Kağan’ı alarak kızgınlığını gidermişti. Bu gece ortalık güzeldi. Serin rüzgar esiyor, gökte ince bulutlar geziyor, yandaki ormandan sesler geliyordu. Bu gece atlar tımar edilmiyor, pusatlar bilenmiyordu. Bu gece kımızlar içilmiyor, kızarmış etler, kurutlar (2) yenilmiyordu. Bu gece her şey içinden pazarlıklı idi. Bu gece buyruklar sert verilmiyor, sözler keskin konuşulmuyordu.

 

Gece buçuğundan sonra ay battı. Karangu (3) ortalığa çöktü. Gönüllere de karanlık indi. Çerilerin azı uyuyor, çoğu düşünüyordu. Bir Türk’ün ne düşündüğü yüzünden bilinmez ki. Birden bire bir ses uyuklayan, düşünen çerileri dalgınlıktan uyandırdı. Bu bir kopuzun sesiydi. Otlara uzanmış olanlar doğruldular, oturmakta olanlar ayağa kalktı. Ses büyüyordu. Çeriler birer ikişer sese doğru yürür oldular. Onbaşı Pars, Onbaşı Yamtar’a bakarak:

 

- Kara Ozan olacak, gene coştu, dedi. Yamtar karşılık verdi:

- Coştu. Bizi de coşturacak!

 

İki onbaşı ağır adımlarla yürüdüler. Karanlıkta birbirlerini tanımayan birçok çeriler sese doğru gidiyorlardı. Bunların arasında onbaşılar, yüzbaşılar da vardı. Hattâ bunların arasında binbaşılar, tümenbaşılar da vardı. Bunların arasında Tarkanlar, buyruklar, tiginler de vardı. Hattâ Bağatur Şad da bunların arasında idi. Sesi duyan kalkıyor, yürüyordu.

 

Kara Ozan yere bağdaş kurmuş, kopuzunu söyletiyordu. Çevresinde bir yığının toplanmakta olduğunu sezmeyecek kadar dalmıştı. Karşısında çok genç bir çeri oturmuş, Kara Ozan’a bakıyordu. Kara Ozan önce çaldı, sonra da coştu, söylemeğe başladı. Söylüyor ve çalıyordu. Çevresinde çıt çıkmıyordu. Bu yüzlerce çerinin, beğlerin yüreği sanki Kara Ozan’ın kopuzundaki tellerde titriyordu. Kara Ozan’ın parlak sesi bir çığ gibi bozkıra ve gönüllere iniyordu. Kara Ozan deyiş söylüyordu:

Çuluk Kağan öldü mü?

Türkler başsız kaldı mı?

Korkak Çinli güldü mü?

Parçalanır yürekler!

.

Kim bize kurdu tuzak?

Tanrı Türklerden uzak!

Kağandır yurda bezek (4),

Parçalanır yürekler!

.

Çuluk Kağan yiğitti,

Şimdi uçmağa gitti.

Bunu bize kim etti?

Parçalanır yürekler!

.

Yıldızımız sönmüştür,

Yağılar sevinmiştir,

Kağan ağulanmıştır,

Parçalanır yürekler!

Ordu, Kara Ozan’ın deyişindeki ezgiyi kavramıştı. Dörtlüklerin sonunu hep birden gür sesle söylüyorlar, ağlıyorlardı. Bu her biri kanlı savaş günleri görmüş, ölümden birkaç yol yakayı sıyırmış savaş erleri, 15 yaşındaki çocuklardan 60 yaşındaki kocalara kadar bu binlerce kişi, titrek seslerle:

 

- Parçalanır yürekler!…

 

Diye inledikçe binlerce Bozkurt uluyormuş gibi bozkır inliyor, karşıki ormanın içindeki Bozkurtlar bu soydaşlara kendi sesleriyle cevap veriyorlardı. Kara Ozan söylüyordu:

Şimdi bunludur budun,

Kağan bizi tek kodun,

Bunu sen ettin Katun!

Parçalanır yürekler.

.

Katun, seni asmalı,

Öz yurdunu basmalı,

Yüz bin Çinli kesmeli,

Parçalanır yürekler.

.

Şimdi gönül sayrıdır (5),

Kağanından ayrıdır,

Çinli Katun eğridir,

Parçalanır yürekler.

.

Sayrıya em (6) var deme,

Yaramız gelmez eme,

Kara Ozan inleme,

Parçalanır yürekler…

 

Kara Ozan kopuz çalıp ezgisini okurken birdenbire karanlıkta bir ses haykırdı:

 

- Ozan kes! Gönülleri dağlıyorsun!…

 

Herkes sağa sola dönerek haykıranın kim olduğunu anlamak istedi. Karanlıkta bir şey görünmüyordu ki… O zaman Kara Ozan, dört yanında çevrelenen yığının farkına vardı. Ağır ağır kalktı. Yığının arasına karışarak kayboldu.

 

Tan atıyordu. Bozkır ağarırken gönüllerdeki karanlığı da alıyor gibi idi. Bağatur Şad, bütün gece uyumamıştı. Çinli uşakları da uyumamak mecburiyetinde kalmışlardı. Bu uşaklardan ikisi bir kıyıya çekilmişler, Çince konuşuyorlardı. Birisi:

 

- Çuluk Kağan’nın ağulandığı iyi oldu. Yoksa Çin’i altüst edecekti… diyor Öteki:

- Şu İ-çing Katun’un heykelini yapıp tapıncaklara koymalı… diye karşılık veriyordu.

 

Sonra yeni Kağan’ın kim olacağını münakaşaya başladılar. Biri dedi ki:

 

- Çuluk Kağan’ın oğulları iki tanedir: Yaşar Şad’la Şu Tigin. Şu Tigin, daha on sekiz yaşında, çocuk sayılır. Yaşar Şadi yirmi iki yaşındadır ama benzi sarı, arık, donuk bir kişidir. Tabii büyük oğul olduğu için o Kağan olacak. O Kağan olunca da Çin’e gün doğacak. Çünkü o, savaşacak erlerden değildir.

 

Çinli uşaklar böyle gevezelik ederken biraz beride kendilerini dinleyen birisi olduğu sezmemişlerdi. Dinlemek için oraya uzanmış olduğu anlaşılan bu çerinin alaca karanlıkta kim olduğu belli olmuyordu. Çinlileri dinlerken bir aralık doğrulup kılıcına davranacak oldu. Sonra bundan vazgeçmiş olmalı ki yavaşça oradan çekildi. Çinliler hâlâ konuşuyorlardı.

 

Bu sırada uzaktan iki atlı yavaşça yaklaştılar. İki yüz adım ilerde durdular. Biri eliyle ötekine Çinlileri gösterdi. Karanlıkta iki yüz adım uzaktan bu iki Çinli ancak birer yuvarlak gibi görünüyordu. İkinci atlı sadağından iki ok çekti. İnanılmaz bir çabuklukla ikisini de atarak iki Çinliyi devirdi. Sonra iki atlı uzaklaştılar. Bu işler o denli çabuk olmuştu ki, kimse görmemişti.

 

Ortalık ışıyınca ölü Çinlileri buldular. Bağatur Şad, at uşaklarından ikisinin öldürüldüğünü görünce kaşlarını çattı. Toplan borusu çalmış, Bağatur Şad’ın tuğu kalkmış, Şad ata binmişti. Çıkarttığı ulaklar iki at uşağını öldüreni gören olup olmadığını haykırarak soruyorlardı. Birkaç dakikada 20,000 kişi Bağatur Şad’ın iki at uşağının öldürüldüğünü öğrenmişti. Ulaklar bağırıp yerlerine dönünce Işbara Alp atını dört nala sürerek Bağatur Şad’ın önüne geldi. Atından atlayıp diz yere vurarak selamladı. Bağatur Şad sordu:

 

- Yüzbaşı Işbara Alp! İki at uşağını kim öldürdü biliyor musun?

- Biliyorum Şad.

- De bakalım kimdir?

- Ben!

 

Bağatur Şad’ın yüzü değişti.

 

- Bunu niçin yaptın?

 

Işbara Alp ağır, tok ve soğuk konuşuyordu:

 

- Çuluk Kağan öldü diye seviniyorlardı.

 

Bağatur Şad başını eğdi. Biraz düşündü. Sonra Işbara Alp’a sordu:

 

- Sevindiklerini nereden anladın? Sen Çin dili bilir misin?

- Çin dili bilmem. At uşağı Çalık bilir. Çin’de üç yıl tutsak kalıp öğrenmiştir. Konuştuklarını bana o deyiverdi.

- Işbara Alp! Bunun sonu nedir bilir misin?

- Çuluk Kağan’a sövenleri yok ettiğim için binbaşı olmak. Senin adamlarını öldürdüğüm için birkaç sopa yemektir.

 

Bağatur Şad’la Işbara Alp’ın konuşmasını dinleyenler bu ikisine öyle bir dalmışlardı ki çok genç bir atlının yavaş yavaş yaklaşıp bu konuşmaları pek yakından özenerek dinlediğini görmüyorlardı. Bağatur Şad gene söyledi.

 

Dedi ki:

 

- Işbara Alp! Yanılıyorsun. Çinli at uşaklarını bana sormadan öldürmek için sana buyruk veren oldu mu?

 

Işbara Alp bu sorguya karşılık vermeden, yavaş yavaş oraya sokulup konuşmaları dinleyen genç atlı söze karıştı:

 

- Belki olmuştur Bağatur Şad!

 

Bağatur Şad, Işbara Alp, beğler ve çeriler başlarını çevirdiler. Bu sözleri söyleyen, Çuluk Kağan’ın küçük oğlu Şu Tigin’di. Orada hemen bir canlanma oldu. Beğler ve çeriler Tigin’i diz vurarak selamladılar. Bağatur Şad atından inerek Tigin’e doğru yürüdü. O da bir sıçrayışta atından inerek Şad’a doğru ilerledi. Bağatur Şad gülümseyerek:

 

- Hoş geldin yeğenim! Dedi.

 

Herkes Işbara Alp’a Çinlileri öldürmek buyruğunu verenin Şu Tigin olduğunu sanmıştı. Çuluk Kağan’ın ordusundan Bağatur Şad’a gelen Şu Tigin önce etrafına bakındı. Işbara Alp’ı süzdü, beğlere baktı. Bir ara gözleri Bağatur Şad’ın Çinli uşaklarına değdi. Bakışları sertti. Daha on sekiz yaşında olduğu halde iri yarı, güçlü, yaman bir yiğitti. Sonra Bağatur Şad’a yöneldi..

 

- Şad, kutlu olsun. Kurultay seni seçti, Kağan oldun, dedi.

 

Bu söz ortaya yıldırım gibi düştü. Sevindiler mi, yerindiler mi, şaşırdılar mı belli değildi. Bağatur Şad’ın yüzü birden ciddileşti. Yanındakilerden birkaçı belli belirsiz gülümser gibi oldu. Şu Tigin ile Işbara Alp birbirlerin gönüllerini gözlerinden okumak ister gibi göz göze gelmişler bakışıyorlardı. Sonra Şu Tigin’in buyruğu ortalığı kımıldattı:

 

- Davullar çalsın, Bağatur Şad, Kağan olmuştur!

 

Bu sözler ağızdan ağza yenilenerek bütün orduya yayıldı. Birkaç dakikada yirmi bin atlı Bağatur Şad’ın kağan seçildiğini öğrenmişlerdi.

———————————————–
(1) Ötüken bugünkü Moğolistan’dan bir yerdir. Eskiden doğu Türklerinin merkezi idi.
(2) Türk hükümdarları tahta çıkarken eski adlarını bırakır, yeni bir ad alırlardı. Rütbesi büyüyen bir Türk’ün, unvanı değişebilirdi.
(3) Eçi: Amca, “ağabey” anlamına gelir.
(4) Bezek: Süs
(5) Sayru: Hasta
(6) Em: İlaç

 

KARA KAĞAN

 

On gün sonra Ötüken’de (1) Bağatur Şad’ın kağanlığı kutlanıyordu. Bağatur Şad artık Kara Kağan (2)adını almıştı. Yüce otağı bezenmiş, süslü bir taht kurulmuştu. Davullar çalınıyor, borular ötüyor, kımızlar sunuluyordu. Kara Kağan’ın derme otağı o kadar büyüktü ki, içine yüzlerce kişi alabilirdi. Kağan tahtın üstünde kutlu yön olan solda oturmuştu. Sağında bir katun oturuyordu. Tahtın biraz aşağısında solda, sağda şadlar, tiginler, buyruklar, tarkanlar duruyordu. Daha uzakta alplar, binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar sıralanıyor, uşaklar durmadan kımız taşıyordu.

 

Çuluk Kağan’ın büyük oğlu olan Yaşar Şad’a Kara Kağan tarafından Tulu Han adı verilmişti. Şu Tigin’e de Kür Şad denilmişti. Bununla beraber Tulu Han’ın solgun yüzünde sonsuz bir iç sıkıntısının izleri vardı. Çünkü eçisi (3) Kara Kağan’ın yanında oturan Katun, babası Çuluk Kağan’ı ağulayan, kendi üvey anası İ-çing Katun’du. Kara Kağan, kardeşini ağulayan bu kadını sorguya çekeceğine, kimsenin anlayamadığı bir sebeple onunla evlenmişti.

 

Otağın oldukça uzağında, Onbaşı Yamtar kim bilir kaçıncı kımızı içerken yanına Onbaşı Pars yaklaştı:

 

- Yamtar, bu işlere ne dersin? Dedi.

 

Yamtar cevap verdi:

 

- Bende sana onu soracaktım. Sen ne dersin?

- Kurultay, Yaşar Tigin’i arıktır (4) diye Kağan seçmemiş. Beğler Yaşar Tigin’in usunu da beğenmiyorlarmış.

- Bunu anladık ama Kara Kağan ne diye ağasını ağulayan katunla evlendi.

- Benim işittiğime göre Türk türesince ağa ölünce karısını ini alır diye.

- Türk türesince Kağan’ı ağulayan cezasız bırakılır mı?

 

Onbaşıların sözü burada kesildi. Çinli bir uşak kımız sunuyordu. Yamtar, Çinliye yukarıdan aşağı bir baktıktan sonra:

 

- Ulan Çinli! Sakın şu sunduğun kımızda da ağu olmasın? dedi. Sonra kendisine yılık yılık bakan Çinliye boşalttığı çamçağı geri verirken ilave etti. “Yirmi çamçak içtim. Yirmi defa ölmem gerek. Bir yol ölmeğe benzemez!..

 

Çinli uşak çekilip gitti. Pars, Yamtar’ı dürterek yavaşça dedi:

 

- “Bak bak! İyi bak!. Çuluk Kağan’ın oğulları Katun’a nasıl sert bakıyorlar!” Yamtar başını otağa çevirdi.

- Kara Kağan usluluk etti. Çuluk Kağan’ın büyük oğlu Yaşar Tigin’i Tulu Han yaptı. Onu da doğuda Tunguzlarla Tatarların üstüne Han gönderecek.

- Böylelikle onu başından mı savmak istiyor?

- Kim bilir.

- Ya küçük oğlu?

- O daha küçüktür. Hem Kağan onun da gönlünü aldı. Onu Kür Şad yaptı.

- Peki bizim Yüzbaşı neden bunlu?

- İyi bilmiyorum ama dün yeni bir kızı doğdu. Yüzbaşının şimdiye dek dört çocuğu oldu, hepsi kız. Belki bundan bunludur.

 

Yamtar’ın bu sözleri üzerine Onbaşı Pars birden bire durgunlaştı, sustu.

 

Yeni Kağan’ın otağı önünde toplanan bu binlerce kişi bol bol kımız içip esridikleri (5) halde büyük bir sessizlik içinde idiler. Kağan’dan en uzakta olanlar bile yavaş sesle konuşuyorlardı. Yalnız davulların, boruların, zillerin sesleri Ötüken’i dolduruyordu. Gün kararıncaya değin eğlenti yapılacaktı. Bugün güreşçiler güreşecek, bahadırlar dövüşecek, nişancılar ok atacak, biniciler yarışacaktı.

 

Kağan’ın işareti üzerine davullar, borular durdu. Kağan solundaki beğlere dönerek, Tunga Tigin’e şöyle dedi:

 

- Tunga Tigin! Bugün sen kılıç oyunu yapacaksın! Bakalım senden özge bahadırlar var mı? Bu alpların içinde sana denk bir er çıkarsa onu yüceltirim. Hepsini yenersen sana kendi elimle seçeceğim en iyi atlarımdan dokuzunu vereceğim.

 

Tunga Tigin, yere diz vurup “Buyruk Kağanındır” dedi. Kara Kağan, bu sefer karşıya baktı. Gülümsedi. Haykırdı:

 

- Ötüken’in yenilmez yiğidi, Bozkurt ailesinin kolu bükülmez bahadırı, Gök Türkler’in yüce beği Tunga Tigin’le boy ölçüşmek isteyen varsa beri gelsin!

 

Bir an ortalıkta çıt çıkmadı. Tunga Tigin’e kıyışamadıkları belli idi. Sonra dört kişi çıkarak Kağan’a doğru yürüdüler. Otağa yaklaşınca diz yere vurup kendilerini tanıttılar.

 

- Ben Çuluk Kağan’ın savaşta yoldaşı, bilgide eşi Apa Tarkan’ım!

- Ben kılıcı çakından keskin, savaşta yağıya baskın ağaç söken Kül Çur’um!

- Ben, kırk defa Çin’e akın etmiş, üç kardeşi savaşta, dört eçisi uğraşta, ataları dövüşte, dedeleri kırışta ölmüş Binbaşı Makaraç Alp’ım!

- Ben yüzbaşı Işbara Alp’ım!

 

İ-çing Katun, Işbara alp’ın kendisini pek kısa tanıttığını görünce Kara Kağan’a eğildi: “Bu Alp niçin kendini daha uzun tanıtmıyor?” diye sordu. Kağan Işbara alp’a döndü:

 

- “Yüce Katun, senin de öteki erler gibi kendini uzun tanıtmanı istiyor” dedi.

 

Işbara Alp yere diz vurup kalktı. Sonra Katun’a dönerek kendini şöyle tanıttı:

 

- Ben, attığı ok şaşmayan, attan yere düşmeyen, Çin’e akın ettikte on tümen mal taşıyan, Çuluk Kağan öldü diye sevinen iki Çinliyi iki okta deviren Yüzbaşı Işbara Alp’ım!

 

Bu sözler yıldırım gibi indi. Kür Şad ve Tulu Han Katun’a baktılar. Katun kızarmış, dudaklarını ısırıyor, kendisini tutmağa çalışıyordu. Kara Kağan’ın yüzünde hiçbir değişiklik yoktu. Tunga Tigin’e döndü: “Bu erlerin hangisi ile boy ölçüşmek istersin?” diye sordu. Tunga Tigin baş eğip diz vurdu. “Buyruk senindir” dedi. Kara Kağan keskin bakışlarını dört erin üzerinde gezdirdi. Ortalık soluk almıyordu. Ağır ağır şöyle söyledi:

 

- Tunga Tigin Işabara Alp’la vuruşacaksın!..

Aynı zamanda uzakta Onbaşı Pars, Onbaşı Yamtar’ın omzuna el atıp:

 

- Korkarım bizim yüzbaşıya bir iş olmasın, dedi.

 

Tunga Tigin, ilerleyip Işbara Alp’ın karşısına durdu. Üstünde yeni güzel bir zırh göğüslük vardı. Tulgasında gümüşten bir ay parlıyordu. Işbara Alp’tan daha uzun, daha iri idi. Çekik yeşil gözleri tatlı sert bakıyordu. Kağan “Hazır mısınız?” diye sordu. Sonra üç defa el çırptı. Birbirinden on adım uzakta bulunan iki yiğit yıldırım gibi kılıç çekerek birbirine saldırdılar. Bütün gözler onlara çevrilmişti. Arkalarda kalanlar atlara binip bakınıyorlardı. İki bahadır büyük bir ustalıkla kılıç kullanıyorlardı. İndirilen kılıçları ya kendi kılıçları ile çeliyorlar ya kalkanla durduruyorlardı.

 

Ortalıkta kılıç şakırtısından başka bir şey işitilmiyordu. Katun buşkulanmıştı. (6) Işbara Alp’ın yenilmesini hatta ölmesini istiyordu. Tulu Han’la Kür Şad akrabaları olan Tunga Tigin’in kazanmasını istemekle beraber Işbara Alp’ın yenilmesine de bir türlü razı olamıyorlardı. Işbara Alp’ın buyruğundaki onbaşılar göz kırpmadan bu çarpışmaya bakıyorlar, Kağan ise donukluğunu muhafaza ediyordu. Ortada sava hızlanıyor, sertleşiyor, çevik adımlarla sıçrayan iki bahadır Kağan’ın önündeki alanda geri giderek dövüşüyorlardı.

 

Bir aralık ikisi de birbirine sağlarını dönerek sol elleriyle tuttukları kalkanları geri aldılar ve korkunç fakat o kadar da güzel ve tatlı bir kılıç oyununa koyuldular ki ikisi de bir adım ilerleyip gerilemeden havada kılıç çarpıştırıyordu. Onlar bu yaman inişleri birbirlerinin tulgalarına doğru yapıyorlar, fakat öteki bunu hemen çeldiği için iki yiğit havada kılıç döndürüyormuş gibi oluyordu. Kür Şad, göz kesilmiş, bu oyuna bakıyordu. Bu döğüşe doğrusu doyum olmazdı. Kara Kağan dövüşecek iki yiğiti iyi seçmişti. Birden ikisi de birer adım atarak birbirlerine yaklaştılar. Kılıçları birbirine takılı kalmıştı. Göz göze geldiler. Tunga Tigin:

 

- “Işbara Alp! Seninle dövüştüğüm için övünürüm” dedi. “Sağ ol Tigin” diye karşılık verdi. Sonra ikisi de birer adım geriye fırlayarak kalkanlarını öne aldılar. Dövüş yine eski hızı ile sürdü. Daha hiç birisinde yorgunluk gözükmüyordu, İ-çing Katun sinirlenmeğe başlamıştı. Kağan’a eğilerek:

 

- “Artık yetişmez mi?” diye sordu, Kağan başını çevirmeden cevap verdi:

 

- “Böyle güzel vuruşan erleri bu kadar çabuk ayırmak yazık değil mi? İyi bak! Böyle yahşı dövüşü ömründe bir daha göremezsin. Çin’de böyle şeyler yoktur!” Katun sustu.

 

Başını yine çevirdi. Tam bu sırada Tunga Tigin’in dayanılmaz bir saldırış yaptığı, Işbara Alp’a ardu ardınca üç kılıç savurduğu, Işbara Alp’ın bu kılıçları kalkanıyla karşıladığı fakat kalkanın bu yaman vuruşlara dayanamayarak ikiye ayrılıp yere düştüğü görüldü. Bir anda Katun’un gözleri parladı. Işbara Alp’ın onbaşıları dudaklarını ısırdılar. Kür Şad’ın gözleri merakla açıldı. Kağan gülümsedi. Işbara Alp hemen karşısındakine sağını dönerek kılıcı siper aldı. Herkes Tunga tigin’in yeni ve son bir saldırışını beklerken onunda kalkanını yere fırlattığını ve “Davran Işbara Alp!” diye bağırdığını gördüler. O demin ki, herkesi bayıltan kılıç oyunu yine başlamıştı. İki yiğit yaman dürtüşler de yapmağa başlamışlardı. Bu sefer artık kılıçlar ara sıra hedefi buluyor fakat tulgalar ve zırhlar buna dayanıyordu. Şimdi Işbara Alp gerilemeğe başlamıştı. Tunga Tigin durmadan saldırıyor, Işbara Alp boyuna korunuyordu. Biri ilerliyor, öbürü geriliyordu. Işbara Alp biraz yorulmuş gibiydi. Çekilen çekile sonunda seyircilerin önüne kadar geldi. Bir adım daha gerilerse yenileceğini anladı. Tunga Tigin’in son saldırışını çeldikten sonra yaman bir saldırış yaptı. Tunga Tigin bundan ancak bir adım geri fırlamakla korunabilmişti. Yüzbaşının ikinci saldırışı daha yaman oldu. Kılıcı dayanılmaz bir inişle Tunga Tigin’in tulgasını bulmuş, tulga bağları koparak yere düşmüştü. Tunga Tigin’in burnundan kan geliyordu. Bunu görünce Katun’un gözleri bulandı. İşte Işbara Alp oyunu kazanıyordu. Bir kılıç vuruşu daha başı açık kalmış olan Tunga Tigin’i öldürebilirdi. Fakat Katun yanıldı. Işbara Alp bir adım geri çekildi. Bir hamlede tulgasını başından çıkarıp yere attı ve “Davran Tunga Tigin!” diye saldırdı. Savaş sanki yeni başlamıştı. Uzun saçları uçuşuyor, yüzlerinde, alınlarında ince çizgiler beliriyor, bu çizgilerden kan sızıyordu.

 

Kağan’ın Çinli uşaklarından dört tanesi otağın arkasında idiler. Otağın önünde olan kılıç oyununu göremiyorlar, görmek için bir yol arıyorlardı. Bu dört uşaktan biri tutsak bir Çin subayı idi. O hepsinden çok görmeğe istekli bulunuyor, sağa sola gidip geliyordu. Çinlilerden biri arkadaşlarına dedi ki:

 

- Otağın şuradan eteğini kaldırıp baksak nasıl olur? Önümüz hep düzgün olduğu, dövüşenler yerde savaştığı için görebiliriz.

 

Bu teklif kabul olundu. Dört Çinli birden yere uzandılar. Bir iki uğraşmadan sonra otağın eteklerinden bir yeri kaldırmışlar, bir iki yüz adım ilerdeki dövüşü görüyorlardı. Eski Çin subayı dövüşenleri tenkit ediyor, yanındakilere öte beri öğretiyordu:

 

- Boşuna gelmişiz. İkisi de acemi. Hiçbir şey bilmiyorlar. Bu kadar dangalaklık olur mu? Karşısındakinin tulgası düşünce kendi tulgasını da başından çıkarıp attı. Türkler buna yiğitlik derler ama bu düpedüz hımbıllıktır. O kılıç bende olsaydı gösterirdim.

 

Savaş öyle uzamış, o denli kızışmıştı ki bütün seyircilerin yürekleri davul gibi vurmağa başlamıştı. Savaşı göremiyenler bin türlü yol arıyorlardı. Birkaç kişi bir kağnı getirip üzerine at çıkarmışlar, kendileri de atın üzerine binmişlerdi. Birkaç kişi bir devenin üstüne çıkmışlar, savaşa bakıyorlardı. At uşağı Çalık ise öteye beriye gidiyor, bir delik bulup kılıç oyununu göremiyordu. Fakat, o bıkıp bezmeden, usanıp yorulmadan koşuyor, gidiyor, geliyor yer arıyordu. Yer ararken otağın arkasına değin sokulduğunu sezmemişti. Oraya varıp da dört kişinin yere yatarak bir yere baktıklarını görünce bunların savaşı seyrettiklerini anladı. Yürüdü. Yatıp bakanların Çinli olduğunu anlamadan o da yattı.

 

Yaşasın! Otağın kapısı boydan boya açık olduğu için buradan dövüş görünüyordu. Biraz uzakta idiler amma olanları görüyorlardı ya… Çinliler o kadar dalmışlardı ki yanlarına birisi mi geldi, yoksa içlerinden biri yer mi değiştirdi, anlayamadılar. Dövüş uzayıp gidiyordu. Işbara Alp’ın alnında, Tunga Tigin’in şakağında birer büyücek yara vardı. Öteki ince yaralardan artık hiç birinin beti benzi gözükmüyordu.

 

Çinlilerden biri eski subaya sordu: “Bu herifler kudurdular mı? Hala dövüşüyorlar!” Çince söylenen bu sözleri işitince Çalığın yüzü bir değişiş değişti ki. Fakat seyrettiği dövüşen tadı onu karşı koymaktan alı koydu. Eski Çin subayı cevap verdi :

 

- Bu Türkler ussuz kişilerdir. Yaban domuzu gibi dövüşürler amma ustalık yoktur. Ben olsaydım şimdiye dek şu Işbara Alp adındaki şu dangalağı yere sererdim!

 

Çalık, yılan sokmuş gibi yerden fırladı. Eski Çin subayının beline bir tekme indirerek haykırdı:

 

- Ulan itoğlu it ne dedin, bir daha söyle!

 

Dört Çinli birden ayağa kalktılar. Çince konuştuklarını anlayan bu Türk’ün nereden çıktığını anlayamamışlar, şaşırmışlardı. Çinli, işin sarpa sardığını görünce kurnazlık yapmak istedi:

 

- Bana bak! Senin bayağı bir çeri olduğun anlaşılıyor. Biz Kara Kağan’ın at uşaklarıyız. Haydi var çekil buradan! Dedi.

- Kara Kağan’ın at uşağı değil, eniştesi olsan gene Çinlisin. Sen Gök Türkler’e nice söver, yüce Işbara Alp için kötü söz söylersin?

 

Çinli şaşırmıştı. Bununla beraber dört kişi oldukları için pek korkmuyordu. Yalnız gözü Çalığın kılıcına ilişince içi bulandı:

 

- Kabadayı! Kılıcım var diye güveniyorsun. Benim de kılıcım olsaydı sana bu sözleri söyletmezdim.

 

Çalık bir davranışta kılıcını kılıç kayışıyla çıkarıp yere attı.:

 

- Haydi bakalım, bende kılıçsızım, ama kancıklık yok. Ercesine iş pişireceğiz, dedi ve Çinliler saldırdı.

 

Otağın önünde binlerce gözün gördüğü bir dövüş olurken otağın ardında da Tanrı’dan başka kimsenin görmediği başka bir dövüş başladı. Beş kişi alt alta , üst üste boğuşup dövüşüyorlardı. Çinliler dövüşmek isteğinde değildiler. Fakat işte bu azgın çeri onları zorla dövüşe sürüklemiş, artık ok yaydan çıkmıştı. Çalık, karşısında yalnız eski Çin subayı varmış gibi durmadan onu pataklıyor, öteki üçü de Çalığı yumrukluyordu.

 

Tunga Tigin’le Işbara Alp artık yorulmuşlardı. Fakat hiç biri yüz döndürmüyordu. İ-çing Katun artık yerinde duramaz olmuştu. Dövüşçülerden çok başkalarına bakıyordu. Bir aralık nedense başını arkaya çevirerek otağın içine göz gezdirdi. Gözleri şaşkınlıkla açıldı. İkide bir gözlerini İ-çing Katun’a Tulu Han onun bu şaşkınlığını görünce o da otağın arkasına baktı. Burada bir şeyler oluyordu. Otağın eteği bir yerinden kaldırılmış, onun üstü ara sıra sallanıyordu. Yakışıksız bir iş oluyor, bunu da İ-çing Katun yaptırıyor diye düşündü. Kür Şad’a eğilerek:

 

- Otağın ardında yakışıksız bir iş oluyor. Kimseye belli etmeden git, anla dedi. Kür Şad biraz daha durduktan sonra çıktı. Kendisine yol veren seyircilerin arasından geçerek otağın ardına geldi. Burada yakışıksız bir iş değil, yakışıklı bir iş oluyordu: Ağzı burnu kan içinde bir Çinli yuvarlanmış, toparlanmağa uğraşıyor, üç Çinli at uşağı da bir çeriyle dövüşüyorlardı. Kür Şad bu dövüşü ötekinden daha seyre değer buldu. Yaklaşırsa dövüşü bırakırlar diye de yaklaşmadı. Çünkü dövüşün sonu da yaklaşıyordu. Çinliler güzel birer kötek yiyorlardı. Bir aralık yere yuvarlanan Çinlilerden birinin gözleri Çalığın kılıcına takıldı. Yılan gibi sürünerek kılıcı aldı. Kınından çıkararak kendileriyle dövüşen Türk çerisinin başına vurmak için kaldırıp yürüdü. Kür Şad bunların hepsini görüyordu. İşe kancıklık karıştığını görünce karışmak çağının geldiğini anladı. Yayına bir ok sürüp gezledi. Çinli kılıcı indirirken oku fırlattı. Ok Çinlinin eline saplanmış, Çinli yaygarayı basmıştı. Bu ok ve Çinlinin bağırması dövüşü durdurdu. Çalık Kür Şad’ı görünce selamladı. Çinliler de onu Türk göreneğince diz yere vurarak selamlamak istediler. Fakat o kadar yorulmuşlardı ve öyle beceriksizdiler ki yere düşer gibi gülünç hareketler yaptılar. Asıl dayağı yiyen Çinli yani eski subay, Kür Şad’a dert yanacak oldu. Kür Şad sözünü kesti.

- Siz erce dövüşmeyi bilmiyorsunuz. Erce dövüş teke tek olur. Haydi diyelim dördünüz bir adama bedel olduğunuz için hep birden geldiniz. Peki kılıçsız bir ere neden kılıç çekiyorsunuz? Görülüyor ki, bu er sizinle savaşmak için kılıcını çıkarmış. Onun çıkardığı kılıcı ona çekerek kancıklık etmek ne gerek?

 

Sonra Çalığa dönerek sordu:

 

- Sen kimsin?

 

Çalık cevap verdi:

 

- Bana Çalık derler. Yüzbaşı Işbara Alp’ın at uşağıyım.

 

Kür Şad, Işbara Alp adını işitince geri döndü. Seyrini yarıda bıraktığı dövüşü görmeğe gitti. Çinliler hemen uzaklaşmağa baktılar. Çünkü Çalık kılıcını takmış, dövüşe yeniden hazır bir durum almıştı. Fakat Çalık artık onlara bakmıyor, Kür Şad’ın ardına koyularak dövüşleri seyredecek yer aramağa gidiyordu. Kür Şad eski yerine gelince Tulu Han’a kısaca olanı biteni anlattı. Sonra Kara Kağan’ın önünde diz yere vurarak şöyle dedi:

 

- Kağan! Bu iki er denktir. Buyruk ver ayrılsınlar. Yoksa öteki oyunları yapamayacağız.

 

Kağan gözlerini dövüşçülere dikerek cevap verdi:

 

- Doğru söylüyorsun Kür Şad, onları ayır!

 

Kür Şad kılıcını çekerek ikisinin arasına girdi.Kılıcıyla kılıçlarını ayırarak:

 

- Kağan buyurdu. “Savaş bitmiştir. Denksiniz”. Dedi.

 

İki er Kağan’ ı selamladılar. Kağan Işbara Alp’ a baktı:

 

- Işbara Alp! Gök Türkler’in yenilmez bahadırı Tunga Tigin’le denk kaldın. Seni Binbaşı yapıyorum. Dedi. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Bu sözler üzerine Işbara Alp’ın onbaşıları gülümsediler.

 

Kür Şad sevinçliydi. Çünkü Işbara Alp uzaktan akrabaları idi. Şimdi güreşler başlıyordu. Gür sesli ulak bağırdı:

 

- Güreşecek sayılı erler kimler gelsinler!

 

Sekiz yerden sekiz er birden çıkarak otağa doğru yürüdüler. Kağanı selamlayıp kendilerini tanıttılar.

 

- Ben Ötüken’in buğrası, katı demir bilekli, kara aslan yürekli, sırtına yer değmeyen, kimseye baş eğmeyen İnal Tarkan’ım!

- Ben barış olsa erdemli, yoksul görse yardımlı, vursa buğa deviren, göğe ağaç savuran Tinesi Oğlu’yum!

- Ben taşı sıksa tuz eden, az iş edip öz eden, güçlü erler arısı, Kara Kağan’ın çerisi, yüce Karluk beğiyim. Adıma Ay Doğmuş derler!

- Ben, Kırgızların arslanı, Gökmen Eli kaplanı, tipi olsa at süren, yer deprense dik duran, kılıç vursa taş yaran Alp Bamsı’yım!

- Ben, Dokuz Oğuz güçlüsü, yetmiş yağı öçlüsü, yedi kızın dileği, Selenge’nin ulağı, kara yelle yarışan, boz ayıyla vuruşan, dokuz alpla güreşen Bilge Tudun’um!

- Ben, Işbara Alp yoldaşı, on dört erin kardeşi, tok kayaya yaslanan çılgın suda ıslanan, yirmi eri taşıyan Onbaşı Yamtar’ım!

- Ben, Basmıl Eli Doğan’ı, yüce erler yamanı, fiske vursa kan döken, haykırdıkta dağ çöken, kayaların kayası, yenilmez güç eyesi (7) Saçlı Beğ’im!

 

İ-çing Katun, Yamtar’ın sözlerini duysaydı gene kızacaktı. Fakat bunu işitmemiş Bilge Tudun’a bakıyordu. Yedi kızın dileği olan Dokuz Oğuz Beği İ-çing Katun’un şimdiye dek gördüğü erlerin en yakışıklısı idi.

 

Bu sırada gerilerde bir kaynaşıp kıpırdanma oldu. Kara Kağan’ın beğlerinden birisi öne geçerek Kağan’ın karşısına geldi. Eğilerek bir şeyler söyledi. Kağan, Katun’a dönerek onunla biraz konuştu. İ-çing Katun’un yüzü gülüyordu. Kağan karşısındaki beğe buyruk verdi. Beğ çabucak geri dönerek halkı yardı, geldiği yere gitti. Pek az sonra arkasında birkaç Çinli olduğu halde aynı yoldan geri döndü. Bunlardan biri ötekilerin önünde yürüyor ve kılığından bir Çin beği olduğu anlaşılıyordu. Çin beği Kağan’ın karşısına gelince diz çöküp onu selamladı. Sonra Katun’u selamladı. Katun, yerinden kalkarak elinden tutup onu kaldırdı. Yanına oturttu. Kara Kağan ise hiç kıpırdamamış, yüzünde bir çizgi bile değişmemişti. Biraz sonra ulaklar, Kara Kağan’ın yüce konuğu, İ-çing Katun’un kardeşi Şen-king geldiği için güreşlerin yarına kaldığını bildiriyordu.

 

Geceleyin, birbirinden ayrılmaz iki can yoldaşı, Onbaşı Pars’la Onbaşı Yamtar oturmuş konuşuyorlardı. Söz o günkü güreşlere gelince Yamtar şöyle dedi:

 

- Çin beği geldi diye güreşler yarına bırakıldı. Çin beği demi güreşecek? Dinlensin diye mi böyle yapıldı? O güreşirse ben onunla tutuşmak isterim.

- Çin beğleri güreşmez. Katun kardeşiyle konuşup, Kağan’a dilmaçlık (8) etsin diye güreşler bırakıldı. Çünkü Çin beği Şen-king Çin’den kaçıp da gelmiştir. Kağan Çin işlerini ondan öğrenmek ister. Amma Tanrı vere de onlar Kağan’ı kötü yola sürükleyemeseler.

- Çin beğinin yanında üç kişi daha vardı. Onlar at uşağı mı?

- Onlar Çin beğinin yoldaşları olan Çin subaylarıdır. Çinliler yılana benzer ama şu Çin beği’nin yüzü hiç hoşuma gitmedi.

- Öyleyse herifin yüzüne iyi bak. İştahın eksilir de az yersin. Koyunumuz, davarımız azalırken en doğru yol az yemektir. Benim yirmi tane koyunum kaldı. Kısraklarımın ikisini kurt parçaladı. Bir ineğim vardı, yardan yuvarlandı. Yakında akın olmazsa işimiz bitiktir!

———————————————–
(1) Ötüken bugünkü Moğolistan’dan bir yerdir. Eskiden doğu Türklerinin merkezi idi.
(2) Türk hükümdarları tahta çıkarken eski adlarını bırakır, yeni bir ad alırlardı. Rütbesi büyüyen bir Türk’ün, unvanı değişebilirdi.
(3) Eçi: Amca, “ağabey” anlamına gelir.
(4) Arık: Zayıf, sıska.
(5) Esrimek: Sarhoş olmak.
(6) Buşkulanmak: Heyecanlanmak
(7) Eye: Sahip
(8) Dilmaç: Tercüman

 

ÖTÜKEN’İN KESKİN NİŞANCISI

Ertesi gün öğleden sonra ok atıcılığı yapılıyordu. Öğleden önce güreşler bitmiş, İnal Tarkan ile Dokuz Oğuz beği Bilge Tudun öteki güreşçilerin hepsini yenerek birbiriyle tutuşmuşlar, yenişemeyip denk kalmışlardı. Onbaşı Yamtar ise ilk güreşte Kırgız pehlivanı Alp Bamsı’yı yenmiş, ikinci güreşte Bilge Tudun’a yenilmişti. Bilge Tudun pek yavuz pehlivandı amma Onbaşı Yamtar’ın ona çabucak yenilivermesi Onbaşı Pars’ın canını sıkmıştı. Güreşten sonra Yamtar’a sordu:

 

- Sen onu yenemesen bile bu kadar tez yenilmezdin. Sana ne oldu? Bir yerin mi ağrıyor? Sayrı mısın?

- Sayrı değilim. Ağrıyan yerim de yok. Senin anlayacağın doymuyorum. Kişi savaşa, güreşe, çıkmadan önce üç günlük azığını (1) birden yemezse onun kolunda güç mü kalır? Gün doğarken yalnız bir çamçak kımız içtim. Boş kursakla yapılan güreş bu kadar olur. Sonra Dokuz Oğuz beği, bizim Ötüken buğrası (2) İnal Tarkan’ı da yenmesin diye korkmuştum.

 

Bu sırada davullar çalınıp borular ötmeğe başladı. Nişancılık başlıyordu. Herkes yerini almak için yürürken gür sesli bir ulak şöyle bağırıyordu:

 

- Ötüken’in erleri ok atacaklar. Gök Türk Kağan’ına bakan bunca budunların (3) sayılı erleri ok atacaklar. Gök Türk erleri Tölis, Tarduş çerileri, Dokuz Oğuz yiğitleri, Karluk bahadırları, Kırgızlar, Bayırkular, Kurıkanlar, Basmıllar, Kıtaylar, Tabatılar, Otuz Tatarlar, bütün Tiginler, Şadlar, Yabgular, İlteberler, beğler, buyruklar, tarkanlar, çeriler ok atacaklar! Kara Kağan’ın yüce konuğu Çin beği Şen-king de ok atacak! Herkes yerine gelsin!…

 

Aradan çok kısa bir zaman geçti. Koca alan binlerce çeriler ve bahadırlarla dolmuştu. Ortalıkta bir uğultu vardı. Kağan’ın otağı gene her zamanki gibi bu uğultudan uzak duruyor, çevresinde hiçbir şey işitilmiyordu. Çerilerin toplanması bitince Kara Kağan, sağında Katun ve solunda konuk Çin beği Şen-king olduğu halde göründü. O anda da her yer sustu, herkes diz yere vurdu. Biraz sonra da beğler, Kağan’ın soluna ve sağına dizildiler. Yerler alındıktan sonra ulağın gür sesi ortalığı kapladı:

 

- Ulu Kağan, Ötüken’in erlerini deneşmeğe çağırıyor! Kolunun gücüne, gözünün keskinliğine güvenen, er meydanına!

 

Bu gün ortadaki genişlik her günkünden daha büyüktü. Çeriler halkayı biraz daha geniş tutmuşlardı. Kağan’ın oturduğu yerin sol açığında gez tahtası yükseliyor, üstünde karaya boyanmış yuvarlaklar çok iyi seçiliyordu. Bu yuvarlakların sayısı dörttü. İlk atıcılık bu dört yuvarlağı da yukarıdan aşağı sıra ile vurmakla başlayacak, beceremeyenler alandan çekileceklerdi. Kağan’ın sağ açığında atıcılar buyruğun hemen ardınca toplanmışlardı. Yalnız Kağan’ın sol açığında, uzakta olan seyirciler okların gez tahtasına nasıl düştüğünü göremeyeceklerdi. Ulak onlara bağıracaktı ama bu, gözle görmek kadar tatlı olmayacaktı.

 

Türk türesince konuk kutlu olduğu için Kağan bu deneçlere girmeği dilemiş olan Şen-king’in ilk oku atmasını buyur etti. Çinli beğ yerinden kalktı. Kendisine yol açan bahadırların arasından yürüyerek meydana çıktı. Salınışında bir yelteniş, koluna ve nişancılığına güvenen bir hal vardı. Yerine varınca durdu. Bir çerinin uzattığı yayla oku aldı. Okunu yerleştirip yayı gererek gezledi. Ortalıkta çıt yoktu. Vızlayarak kayan okun sesini ez uzaklarda kalmış olanlar bile işitiyordu. Birinci ok tahtaya vardı. Fakat üstteki yuvarlağı bulmadı. Onun biraz açığına saplandı, kaldı. Ulak, okun yuvarlaktan dört parmak açığa saplandığını haykırırken sanki ortalık biraz daha sessizleşti. Gözler ikinci okun yola çıkmasını kolladı. Şen-king aldırış etmiyordu. Bu hal ona pek tabii görünmüştü. İkinci olarak çerinin uzattığı oku aldı. Yayına yerleştirip fırlattı. Ok gene tahtaya fakat ikinci yuvarlağa değil, üçüncüye saplandı. Ortalıkta gene çıt yoktu. Yalnız Çin beği biraz sararmıştı. Üçüncü ok birinci yuvarlağın bir karış yukarısına değdi. O ana değin, kıpırdamıyan, soluk almıyan erlerin arasında gene ses çıkarmadan onları gözleyen Kür Şad yerinden fırladı. Kağan’ın önüne dinelerek sordu:

 

- Çinli konuk bizimle niçin eğleniyor?

 

Katun’un önünde sorulan bu soruya Kağan’ın yerinde bir cevap vermesi gerekiyordu. Fakat o, daha ağzını açmadan çeriler arasında bir kahkahadır koptu. Hele arka taraflarda erler dalgalanıyor ve uğultu artıyordu. Kür Şad hızla döndü. Fakat hali görünce onun da dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. Kağan’a baktı. O da galiba yavaşça gülümsüyordu.

 

Çerilerin böyle taşmasına sebep Onbaşı Sançar olmuştu. Genç onbaşının güldüğü hemen hemen yılda bir kere o da hiç umulmadık haller karşısında görülürdü. Onbaşının heybetli yüzü daima asık, düşünceli duru, erlerinden ve pusatlarından başka şeyler onu ilgilendirmezdi. Bugün de gene asık yüzle alana yaklaştı. Geride kalmış olduğu için atından inmeyerek bekledi. Şen-king’in çıkışını ve yayını germesini yüreği titreyerek seyretti. Acaba bu yabancı kişi ne denli usta nişancı idi? Onbaşı Sançar bunu öğrenmeği pek istiyordu. Birinci okun amacını bulamaması Onbaşının durumunu hiç değiştirmedi. Yalnız göğsünün içindeki kuşkunun azaldığını gösteren geniş bir soluk aldı. İkinci, üçüncü okların uçuşunu gözledi. Fakat Kür Şad bu acemiliği alay sanıp da Kağan’a sorarken atından dördüncü ok, gidip de gez tahtasının dışından geçerek bir Türk çerisinin börkünü havaya uçurunca Onbaşı artık kendini salıverdi. Kahkahalarla bayılacak, katılacak gibi gülüyor, atının üzerinden sola doğru eğiliyordu. Çevresindekiler ve uzaktakiler bir an şaşırmış gözlerle baktılar. Fakat az sonra Onbaşı Sançar’ın kahkahasını alt eden birçok kahkahalar daha yükseldi. Koca alanı derin bir uğultu kapladı. Şen-king geri döndü. Bu sefer saygı ile değil, fakat gülmeden katılmamak için ellerini böğürlerine basarak son derece eğilen erlerin arasından geçerek yerine vardı. Oturdu. Katun, uzun zamandır Türkler arasında yaşadığı için onların nasıl ok atıcılar olduğunu biliyordu. Fakat gene kardeşinin bu işi başaramamasına içerlemiş, dudaklarını ısırıyordu. Kargaşalık uzun sürmedi. Davulun bir iki gümleyişinden sonra yükselen ulağın sesi atışlara devam edileceğini bildirdi. Ortadaki erlerin sayısı kırk kadar vardı. Ve kırk erin attığı 160 ok Şen-king’in şaşkınlıktan açılan gözleri önünde hiç şaşmadan gitti, amacı buldu. Bu deneç elli adımdan yapılmıştı. Alandan çekilen sadece Çin beği olmuştu. Erler bu sefer yüzer adım gerileyerek aynı denemeyi yapmağa çağrıldılar. Atışlar sessizlikle yapıldı. İsabetler gene fazlaydı. Fakat bir kere bile amacı tutturamayan dışarıda kalmağa mecbur olduğundan bu denemeden arta kalanların sayısı ancak 22 idi. Bundan sonra sınama daha sıkı yapılmak gerekti: iki er karşılıklı geçerek uzunca bir sopayı birer ucundan tuttular. Bu sopanın ortasından bir ip sarkıtılmış. İpin ucuna bir yumurta bağlanmıştı. Sopayı tutan iki er onu biraz kıpırdatıyorlardı, böylece de yumurta sallanıyordu. Denemeye girenler elli adımdan bu yumurtayı vurmak zorunda idiler. Yumurta vuruldukça yenisi bağlanıyordu. Şimdi Şen-king adeta yerinde duramaz olmuştu. Yanında getirdiği, bu oyunları seyretmeleri için kendilerine ön sıralarda yer verilmiş olan Çin subaylarının yüzüne haklı olarak bakamıyor, çok sinirli görünüyordu. Katun da aynı durumda idi. Hem onun, kardeşinin yenilmesinden başka bir kederi daha vardı. İşte Işbara Alp, her fırsatta kendisine saygısızlık gösteren Tunga Tigin’le baş başa çarpışarak erliğinin herkese bir daha tanıtan ve bu yüzden binbaşı olan genç kahraman şimdi atışlarda da büyük bir fütursuzluk göstererek yayını geriyor, okunu fırlatıyordu. Fakat bu ok hiç şaşmadan istenilen yere gidiyor, saplandığı tahtayla birlikte her defasında Katun’un yüreğini de deliyordu. Şen-king bir çocuk acemiliği gösterdiği zaman Işbara Alp herkes gibi gülmemiş, hatta Kağan ve Kür Şad gibi dudaklarında bir gülümseme bile belirmemişti. Yalnız gözlerinin ucuyla Katun’a bir bakmış sonra ululukla başını çevirmişti. Bu Katun’u kızdırmış, köpürtmüştü. Ama bir yolunu beklemek gerekti. Şimdi gözleriyle atıcıları kovalıyor, Işbara Alp sadağından ne zaman bir ok çekse onun şaşması için Tanrı’ya yalvarıyordu. Faka işte meydanda yalnız iki kişi kalmıştı: sallanmakta ve uzaklaşmakta olan yumurtaları aynı soğukkanlılık ve öğünmemezlikle vuran Kür Şad ve Işbara Alp…

 

Erlerin ikisi de aynı ustalıkta olduğu için başka bir deneme yapıldı. Bu defa havaya atılan yumurtaları inmeğe başlamadan önce vuracaklardı. Oklar vınladı. Yumurtalar beraberce delindi. İki yiğit de sanki bundan kıvanç duyuyorlardı. Birbirlerinin kazanmasını aynı yürekten istek ve hoş görüyorlardı. En sonunda kenarları birer arşın kadar görünen iki büyük tahta getirildi. Kür Şad ve Işbara Alp ellişer okla bu tahtalara “TÜRK” sözünü yazacaklardı. Yazıyı kim daha önce bitirirse birinci olarak o kutlanacaktı. Kimsede ses yoktu. Çeriler artık soluklarını bile tutmuş gibiydiler. Davulun gümleyen sesiyle birlikte yarış başladı. İki yiğidin sadaklarından okları çekmeleri yaya yerleştirmeleri ve amacı gezleyip oku bırakmaları o kadar çabuklukla oluyordu ki, onların bu hareketlerini birer birer takip etmek adeta mümkün değildi. Saniyeler geçiyor, her iki tahtada kelime şekillenmeğe başlıyor, fakat kimin kazanacağı bir türlü anlaşılmıyordu. Şen-king artık oturmuyordu. Ayağa kalkmış, yumrukları sıkılı, soluğu kesik, öylece bakıyordu. Çalık bulunduğu yerden zeki gözlerinin keskin bakışlarını bir Işbara Alp’a, bir Kür Şad’a bir de Şen-king’e götürüyor, en heyecanlı anlarda bile onun bu halini görünce gülmekten kendisini alamıyordu. Birden ortalığı keskin haykırışlar kapladı. İki üç gündür süren şenliklerde her kazananı aynı sessizlikle karşılayan ve yalnız içlerinde kutlayan çeriler, çok kısa bir farkla üstün gelen Kür Şad’ı çılgınca alkışlıyor, “Yaşa!” diye haykırıyorlardı. Onun Işbara Alp’a karşı da olsa üstün gelmesi, Çuluk Kağan’ın öcünü alacak bir yiğidin aralarında yaşadığını gösteriyor ve yüreklerinden gelen bu taşkın sevinci saklayamamalarına sebep oluyordu. Kür Şad’a elini uzatan Işbara Alp’ın gözlerinde de bir zafer parıltısı vardı. O da sanki kendi kazanmış gibi sevinçli idi. Ötüken’in bu kendisinden üst gelen keskin nişancısını yanık yüzünde ışıldayan sert bakışlarını yumuşatan bir sevinç içinde kutluyor, Kağan’ın buyruğuyla bir çerinin koşup getirdiği kımız çamçağını ona kendi eliyle sunuyordu

 

***

 

Gün kararıyordu. Bütün yarışlar, koşular, oyunlar bitmişti. Şimdi söz ozanlarındı. Kara Ozan’la Çuçu karşılıklı kopuz çalıp deyiş söyleyeceklerdi. Kağan’ın otağını çevreleyen halka daralmıştı. Önce Kara Ozan geldi. Kağan’ı selamlayıp bağdaş kurdu. Arkasından Çuçu geldi O da Kağan’ı selamlayıp Kara Ozan’ın karşısına oturdu. Sonra ağır ağır, yavaş yavaş kopuzlar inlemeğe başladı. Bütün Türk budunu saygılı bir sessizlik içinde dinliyorlardı. İlk deyişi Kara Ozan söylüyordu:

.

Ötüken’in erleri

Bilir benim gücümü.

Kopuzumun mızrabı

Aratmaz kılıcımı.

Kara Ozan! Seninle

Aşık atan Çuçu mu?

.

Çuçu bu meydan okuyuşa hiç irkilmeden hemen cevap verdi:

.

Seni böyle söyleten

Kımız mıdır, sücü mü?

Böyle yaman söylersen

Sende komam öcümü.

Deyişin kılıcımdan

Daha öldürücü mü?

Seni basan şaşkınlık

Ağu gibi acı mı?

.

Kara Ozan öfkelenir gibi oldu:

.

Ötüken erlerinin

Acunda çıkmaz eşi.

Ötüken’in kızları

Gökte ayın on beşi.

Yürekleri kan eder

Gözlerinin ateşi.

O şaşkınlık dediğin

Çinli konuğun işi…

.

İ-çing Katun’dan Kara Ozan’ın sözlerini Çince olarak dinleyen Şen-king iğnelenmiş gibi yerinden sıçradı. Fakat Kağan’ın ve bütün Türkler’in taş gibi sessizliğini görünce durdu. Katun da öfkelenmişti. İşte bir ozan yüce bir beğ olan kardeşi ile açıkça alay ediyordu. Kağan’a eğilerek:

 

- Bu bayağı kişinin yüce konuğu kınamasına göz yumacak mısın? Dedi

 

Kağan aynı taş hareketsizliği içinde cevap verdi:

 

- Ozanların sözü kutludur, kesilmez!…

 

Kara Kağan o kadar soğuk söylüyordu ki Katun ileriye gitmekten çekindi. Zaten şimdi Çuçu almış, bakalım neler söylüyordu:

.

Çinli beğin attığı

Boşa gittiyse nola?

Çinli bu… Sağa atsa

Ok gider, düşer sola.

Neylesin Ulu Tanrı

Güç vermeyince kola.

Kavuşsun Kara Kağan

Kür Şad gibi oğula.

.

Kür Şad’ın adı geçince budun arasında bir çalkalanma oldu. Çinli beğ ise üzerine yağdırılan bu kınamaların altında kendinden geçmiş gibi idi. İ-çing Katun bu deyişleri Çinceye çevirerek kendisine anlattıkça kuduruyordu. O denli köpürmüştü ki istemeyerek kılıcına el attı. Kara Ozan onun elini kılıcına attığını görmüştü. Şimdi kopuzla cevap veriyordu:

.

Kılıcına el atma,

Şimdi deyiş çağıdır.

Ortalıkta dolaşan

Ak kımız çamçağıdır.

Yad elde oturanlar

Bil ki yurt kaçağıdır.

Senin kılıç dediğin

Türk’ün oyuncağıdır.

.

Çinli beğe yılgınlık gelmişti. Katun öçlü gözlerle bakıyordu. Fakat onlara aldıran yoktu. Şimdi söz gene Çuçu’ya gelmişti:

.

Ötüken kızlarının

Gözleri gönül yarar.

Onları gündüz güneş,

Gece ay sarar.

Çinli meydan okusa

Bunda şaşılacak ne var?

Keçi esrik olunca

Dövüşmeğe kurt arar.

.

Çinli beğ, içine baygınlık geldiğini anlıyor, fakat yerinden kıpırdayamıyordu. Gece olmuştu. Artık İ-çing Katun da kendisine dilmaçlık etmediği için söylenenleri anlamıyordu. Fakat her sözde kınandığını sanıyor, içi öç duygularıyla dolup taşıyordu. Halbuki şimdi Kara Ozan’la Çuçu karşılıklı Kür Şad’ı övüyorlardı. Biri bir dört söylüyor, öteki başka bir dörtlükle buna cevap veriyordu:

.

Ötüken’de arslanlar var.

Kür Şad onlardan biridir.

Çok yiğitler vardır ama

Kür Şad erlerin eridir.

. .

Kür Şad’ı doğuran ana,

Ne emzirmiş acap ona?

Erlik, ululuktan yana

Tanrı Kür Şad’dan geridir.

. .

Acunda var nice çeri

Kimi üstün, kimi geri

Kür Şad adlı Gök Türk eri

Anadan doğma çeridir.

. .

Kılıcı yıldırım çeler,

Attığı ok demir deler,

Ölüm gelse Kür Şad güler

On sekiz yıldan beridir.

. .

Yiğitlik en ileri,

Kalacak on bin yıl diri

Gök Türkler’in gönülleri

Şimdi Kür Şad’ın yeridir.

. .

***

.

 

Davullar eğlencenin bittiğini bildiriyordu. Herkes yerli yerine, çadırına gidiyordu. Şen-king ve Katun öfkeyle düşünüyor gibiydiler. Çin beği ablasının yanına sokularak Çince:

 

- Onlara göstereceğim. Bir Çin beği ile eğlenmenin ne demek olduğunu anlayacaklar, dedi. Katun albız(4) gibi gülümsedi:

- Tez canlı olma! Her işin bir çağı vardır, diye karşılık verdi.

 

Sonra Çin beği üç subayı ile birlikte kendisine ayrılan çadırlara yöneldi.

 

***

 

Geceleyin Kür Şad’ın çadırının kapısı açılarak Tulu Han girdi

 

- Kür Şad, dedi. Yarın çok erkenden yola çıkacağım. Kağan Tatarlarla Tunduzlar’ı idare etmenin güç olduğunu söyledi. Çok çabuk varmam gerek. Bana bir diyeceğin var mı?

 

Kür Şad ayağa kalktı. Yavaş yavaş Tulu Han’a doğru yürüdü:

 

- Benim sana bir diyeceğim yok. Senin bana diyeceğin var mı?

 

Tulu Han solgun yüzüne başka bir anlam veren gözleriyle Kür Şad’a derin derin bakıyordu. Yüreğinde bir sızısı olduğu belliydi. Yavaş yavaş şunları söyledi:

 

- Çinli Katun Kağan’ı kendisine uydurmasın diye korkuyorum. Çinli beğ de geldikten sonra Kağan’ı kandırıp aldamağa (5) uğraşacaklardır. Eçim Kağan umduğum kadar uslu çıkmadı. Sana şunu demek isterim ki yurdumuzdaki bütün Çinlilere göz kulak ol.

 

Kür Şad irkildi:

 

- Ben bütün Çinlilerin çaşıt (6) olduğunu bilirim. Bana güven! İşin olursa tezden ulak göndermeği unutma.

 

İki kardeş birbirlerine bakıştılar. Daha söylenmemiş sözler var gibiydi. Sonra Tulu Han birdenbire:

 

- Hoşça kal, ben gidiyorum diyerek döndü. Kür Şad:

- Yolun, uğurun açık olsun! Diye karşılık verdi.

———————————————–
(1) Azık: Erzak
(2) Buğra: Erkek deve
(3) Budun: Ulus, milllet
(4) Albız: Şeytan
(5) Aldamak: Baştan çıkarma
(6) Çaşıt: Casus, ajan

 

TÜNG YABGU KAĞAN’IN ELÇİLERİ

Güz gelmişti. Türk Ellerinin yaman yüzü Çin beği Şen-king’i bayağı sayrı etmişti. Bu Türk ülkesini hem beğeniyor, hem de yadırgıyordu. Burada açık ve temiz bir hava, insanı sağlamlaştıran kımız ve gürbüz, sağlam kızlar olduğu için Türk Ellerini seviyordu. Fakat güneşinin keskin, soğuğunun sert, kişilerin çetin ve kızların sarp olmasını hiç beğenmiyordu. Şimdi Çin’de olsaydı, hoşuna giden bir kızı çoktan elde etmiş olurdu. Halbuki kendisi ünlü bir beğ olduğu halde burada her hangi bir kızı elde etmek şöyle dursun, onunla arkadaşlık bile edememişti.

 

Şen-king’in yaman bir iç sıkıntısı vardı. Bunu gidermek için her gün, yoldaşları olan üç Çin subayını çağırıyor, onlarla konuşuyor, kumar oynuyor, kımız yahut sücü içiyordu. Bugün ise artık hiçbir şey kendisini eğlendirmez olmuştu. Çin subaylarından birisi Şen-king’e bir teklifte bulundu:

 

- Acaba beğimiz atla bir gezinti yapsalar, Ötüken’in güzelliğini görseler içlerinin sıkıntısı geçmez mi?

- Yaban güzelliklerini ne yapayım? Bana Ötüken’de güzel saray, güzel kumaş, güzel kadın gösterebilir misin?

 

Çin subayı kötü kötü güldü:

 

- Beğimiz aldatmış olmamak için kesin bir söz etmeyim amma belki güzel kadınlar, hatta genç kızlar görmemiz kabil olur.

- Güzel kızları ben de her gün senin kadar görüyorum ama görmekten bir şey çıkmıyor ki…

 

Şen-king’in öfkeli konuşması üzerine karşısındaki sustu. Şen-king bir ara düşündü. Sonra birdenbire sordu:

 

- Yoksa senin bildiğin bir nesne mi var?

- Ben çok nesne bilmiyorum. Yalnız buradan epey ilerde, Orkun ırmağına varınca orada güzel bir koru var. Türkler orada kısrak besliyorlar. Her gün oraya bir çok genç Türk kızları gidip kımız yapıyorlar.

- Kızların yanında erkek bulunmuyor mu?

- Hayır.

- Tuhaf şey! Çin’de olsa genç kız evinin kapısından dışarı adım atmaz. Bu Türk kızları korkmuyorlar mı?

 

Şen-king durmadan sücü içiyordu. Bu Türk sücüsü de hiç Çin’dekine benzemiyordu. Şimdi acunu güzel ve sevimi bulmağa başlamıştı. Yoldaşının teklifi de hiç yabana atılır gibi değildi. Bir sağrak (1)sücü daha içtikten sonra arkadaşlarına:

 

- Haydi, şöyle bir at gezintisi yapalım, dedi.

 

Biraz sonra dört Çinli yola çıkmışlar, Orkun ırmağı kıyısında kızların kımız yaptıkları yere doğru gidiyorlardı. Şen-king’in esrikliği aşırı derecedeydi. Çin subaylarına gevezelik etmeğe başlamıştı:

 

- Çin’de gene Suiler başa geçse ben bilirim yapacağımı!… İ-çing Katun boyuna Kara Kağan’ı kışkırtıyor, önümüzdeki yazda Çine akın edilecek. Tanglar düşürülecek. O zaman belki ben Çin Kağanı olacağım. Hepinizi birer başbuğ yaparım. Sonra gelir, burasını da alırız!…

 

Bu son söz üzerine üç Çin subayı sıçrayarak arkalarına, yanlarına baktılar. Açık bozkırda gidiyorlardı ama birisi duyacak diye ödleri patlamıştı. Bununla beraber inanmadıkları sözleri dinlemek bile pek hoşlarına gidiyordu.

 

Böylece epey gittiler. Soğuk, Şen-king’in esrikliğini geçirmişti. Artık istedikleri yere varmışlardı. Burada güzel bir koru yanında küçük mağaralar vardı. Bu mağaralar kara, kışa, yağmura karşı sığınaklık ediyordu. Buralarda bir çok Türk kızları çalışıp duruyordu. Buralarda bir çok Türk kızları çalışıp duruyordu. Kısrakların ara sıra kişnemelerinden başka bir ses duyulmuyordu. Buraya yaklaşırken Şen-king arkadaşlarına dönüp:

 

- Hele bakın, dedi. Şu kızların hepsinde de yayla sadak var. Bir de kılıçları olsa çeri olup çıkacaklar. Ne dersin Van-zin-şan, sen bu kızların böyle savaşçı olduklarını da biliyor mu idin?

 

Van-zin-şan, Çin beğine burasını salık veren Çin subayı idi. Bu soruya şöyle cevap verdi:

 

- Biliyordum beğimiz. Hem de buyurduğunuz gibi kılıçları yoksa da yarım kılıç demek olan bıçakları var.

 

Şen-king’in gözleri şaşkınlıkla açıldı:

 

- Doğru be! Böyle çeriye başbuğ olmak isterdim.

 

Çinliler böyle konuşa konuşa kızların yanına yaklaştılar,Van-zin-şan, Çin beğine yaklaşarak şöyle dedi:

 

- Beğimiz şu ilerde, üç doru kısrağın yanındaki kızı görüyorlar mı? Buradaki kızların en güzeli odur. Şimdiye dek bir defa bile güldüğünü görmedim.

- Zaten bu Türk kızları gülmek nedir bilmiyorlar ki…

- Hatta erkekleri de…

 

Fakat Van-zin-şan sözünü bitiremedi. Çünkü Ötüken’e geldiklerinin ertesi gününde ok atılırken Türkler’in Şen-king’e nasıl güldükleri aklına gelmişti. Şen-king atını yavaş yavaş o güzel kızın yanına sürdü. Kendine çeki düzen vererek kıza:

 

- Bana biraz kımız verir misin? Dedi

 

Kız başını kaldırıp Şen-king’in yüzüne baktı. Çin beği az kalsın atından düşecekti. Bütün dirliğinde böyle güzel bir kız görmemişti. Çekik yeşil gözleri ışık gibi parlıyor, yüzünden esenlik ve kan fışkırıyordu. Boylu poslu kızdı. Uzun kumral saçları iki örgü halinde börkünün altından beline doğru uzanıyordu. Ayaklarında çizmeler vardı. Kemerinde uzun bir bıçak sallanıyor, kızıl elbisesi ona korkunç bir güzellik veriyordu. Şen-king kendisini toparlayarak gene sordu:

 

- Bana biraz kımız verir misin?

 

Kız hiç söz etmeden Şen-king’e bakıyordu. Öteki kızlar ise başlarını bile kaldırmamışlar, işleriyle uğraşıyorlardı. Van-zin-şan Çin beğine yaklaşarak:

 

- Beğimiz Çince söylediğiniz için kız anlamıyor, dedi. Şen-king bu kızın alımlı güzelliği karşısında o kadar kendinden geçmişti ki, Türkçeyi, Çinceyi ayırt edecek durumda değildi. Van-zin-şan’ın kendisini ayması üzerine iki üç ayda öğrendiği yarım yamalak Türkçe ile kıza gene sordu:

- Bana biraz kımız verir misin?

 

Kız gene cevap vermedi. Yalnız dolu bir çamçağı Çin beğine sundu. Şen-king nedense bu kımızın tadını pek güzel bulmuştu. İçtikten sonra çamçağı geri verirken üç arkadaşını göstererek:

 

- Bunlara da verir misin? Dedi.

 

Kız gene hiç söz etmeden üç Çinliye birer çamçak kımız uzattı. Şen-king başarısından kıvanç duyuyordu. Kesesini çıkararak kıza bir Çin altını uzattı:

 

- Al bakalım, bu kadarı yeter mi? Diye sordu. Kız parayı almadı:

- Ben kımızı satmadım, dedi.

- Ya ne diye verdin?

- İstediğin için verdim.

- Benim kim olduğumu biliyor musun?

- İ-çing Katun’un kardeşi olacaksın.

- Nereden anladın?

- Ötüken’deki Çinliler Türkçe bilir. Sen daha öğrenememişsin.

- Peki! Siz burada korkmuyor musunuz?

- Kimden korkacakmışız?

 

Çin beği güzel kızın her sorulana sıkılmadan cevap verdiğini görünce umutlanmıştı. Artık yılışmanın çağı geldiğine hükmetti ve kızın gözlerinin içine bakarak:

 

- Kimden mi korkacaksınız? Mesela benden.

- Çinliden korkulur mu?

 

Çin beği kızın sıkılıp kırıtmasını beklerken onun taş gibi karşılık verdiğini görünce hopladı. Fakat bozulduğunu belli etmek istemeyerek gene sordu:

 

- Öyleyse neden böyle pusatlı geziyorsun?

- Yolda bir hayvan saldırırsa korunmak için

 

Şen-king sustu. Kızmıştı. Çok kötü şeyler düşünüyordu. Fakat tam bu sırada ta karşıdan, tümseğin ardından bir atlı çıktı, arkasından bir daha çıktı derken atlılar çoğaldı. Biraz sonra 200 kadar atlı kızların ve Çinlilerin olduğu yere doğru at sürdüler. Çinliler şaşırmışlardı. Kızlardan bir takım bunlara daldı, bir takımı ise başlarını bile kaldırmamışlar, işleri güçleriyle uğraşıyorlardı. Bunlar giyimli, pusatlı Türk atlıları idi. Öndeki atlı dolu dizgin sürerek kızların olduğu yere yaklaşıp bağırdı:

 

- Kızlar! Batı Kağan’ı Tüng Yabgu Kağan’ın elçisi Kül Er Tigin’e yol gösterecek kimse yok mu?

 

Bu sözün üzerine bütün kızlar başlarını kaldırdılar, hepsi birden Çin beğinin karşısındaki güzel kıza baktılar. Güzel kız atlıya doğru gitti:

 

- Sizi Kara Kağan’ın otağına götüreceğim, dedi. Sonra bir kıza seslendi.

- Gün Yaruk! Kısraklara sen bakıver!

 

Bunu söyleyerek atına bindi. Bu sırada atlılar da yetişmişlerdi. Önlerinde Kül Er Tigin olduğu anlaşılan bir beğ duruyordu. Zırhlı giyimler giymişti. Yanındaki çerilerin çoğu da öyle idi. Bu yiğitlerin arasında hiç Türk’e benzemeyen uzun sakallılar da vardı. Güzel kız “Haydi gidelim” diyerek atını dört nala sürdü. Elçi heyeti de onun yolundan gitti. Şen-king bakakalmıştı.

 

- Van-zin-şan! Bu kız kırk yıllık binici gibi ata biniyor, dedi

- Evet beğimiz.

- Türkler at üzerinde doğup, at üzerinde ölüyorlar. Onun için ata binmek onlara yürümekten kolay geliyor.

 

Şen-king’in canı sıkılmıştı. Kendisine en yakın olan bir kıza yaklaşarak sordu:

 

- Bu giden kız kimdir?

- Işbara Alp’ın büyük kızıdır.

- Adı ne?

- Almıla!

- Neden elçileri o götürdü?

- İçimizde en arı soylu odur.

 

Şen-king daha beklemedi. Atını sürerek geldiği yere doğru gitmeğe başladı. Çin subayları ses çıkarmadan izinden geliyorlardı.

 

Geceye doğru, Batı Kağan’ından elçi geldiğini duymıyan kalmamıştı. Kara Kağan’ın buyruğu ile elçiler ve onlarla gelenler konuk otağlarına yerleştirilmişlerdi. O gece bütün Ötükenliler hep Kül Er Tigin’i konuşuyorlardı. Sebebini anlamamakla beraber, herkes bu elçilerin geldiğine seviniyordu. Yamtar, pek kavrayamadığı bu işler üzerinde bilgi edinmek için gene arkadaşı Pars’a koşmuştu. Acun işlerini daha iyi bilen Onbaşı Pars, her zaman Yamtar’ın güçlüklerini çözer, anlayamadığı şeyleri anlatırdı. Onbaşı Yamtar’ın ilk sorgusu şu oldu:

 

- Batı kağanı mı daha ulu, yoksa Kara Kağan mı?

- İkisi de denktir.

- İkisi de denk nice olur? Bir Türk Elinde iki denk Kağan olur mu? İki Kağan olunca biri ötekinin buyruğunda demektir.

- On iki yıl öncesine değin Türk Eli’nde bir tek büyük kağan vardı. O zaman küçük kağanlar büyüklerini tanırlardı. On iki yıldan beri Ötüken’de de ayrı bir kağan var. Artık iki kağan birbirini tanımıyor.

- Ne dedin? On iki yıldır, Ötüken’de de ayrı kağan mı var? Eskiden Ötüken Kağanları Batı Kağanlarının buyruğunda mı idi?

- Evet!

 

Onbaşı Yamtar sustu. Düşünmeğe başladı. O şimdiye kadar böyle şeyleri düşünmemişti. Şimdi hatırlıyordu. 12 yıl önce babası bir gece konukları ile uzun uzun konuşmuş, iki kağandan, bunun yanlışlığından, kötülüğünden bahsetmişti. Yamtar o zaman 10 yaşlarında bir çocuktu. Bu işi şimdi anlamağa başlıyordu. Peki, öyleyse batı kağanından niçin elçi gelmişti? Yamtar bunu da anlamak için arkadaşına sordu:

 

- Öyleyse Batı Kağanı niçin elçi gönderdi dersin?

- Batı Kağanı Tüng Yabgu Kağan’ın çok uslu, bilgili, düşünceli kişi olduğunu söylüyorlar. Türk Elinin ikiye bölünmesinin doğurduğu kötülükleri anlamış olacaktır. Belki birleşmek için elçi göndermiştir.

- İki kağan nasıl birleşir? Biri ötekinin buyruğuna girmek gerek. Bunu hangisi ister?

- Birbirinin buyruğuna girmeden de birleşebilirler. Birbirine yağılık etmezler, akınları birlikte yaparlarsa hem onlar kazanır hem de biz kazanırız. Bu Çinliler it sürüsü gibi çokluk budun? Öldürmekle bitmiyorlar. Dokuz ordularını yensek onuncusunu çıkarıyorlar. Onlardan on öldürüp bir ölsek bile gene biz daha çabuk tükeniriz. Tüng Yabgu çerisi de bizimle birlik gelse işler başkalaşır.

 

Ertesi gün Kül Er Tigin öteki elçilerle birlikte Kara Kağan tarafından kabul olundu. Kara Kağan, sağında Katun olduğu halde tahtına oturmuştu. Solunda Kür Şad, Tunga Tigin ve başka beğler vardı. Sağında daha küçük beğler bulunuyordu. Şen-king de bunların arasında idi. Davullarla borular selam havası çaldıktan sonra Kül Er Tigin ardında dört beğ daha olduğu halde Kara Kağan’ın karşısına geldi. Elçiler hep birden Kağanı selamladıktan sonra Kül Er Tigin söze başladı.

 

- On Ok Kağanı Tüng Yabgu Kağan’ın elçisi Kül Er Tigin’im! Yüce Kara Kağan’a kağanın selamlarını, bitiğini (2) ve hediyelerini getirdim. Tüng Yabgu Kağan, Kara Kağan’ın sağ esen olmasını diliyor, çerilerinin keskin kılıçlı, katı yaylı, demir yürekli olmaları için Gök Tanrı’ya yalvarıyor.

 

Sonra eğilerek Kara Kağan’a, Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini uzattı. Bu bitik, ipekten işlemeli bir torbaya sarılmış, büyük ve kalın bir kağıttı. Bitiği verince arkasında duran dört kişiye döndü, işaret verdi. Bu dört beğden önce biri ilerledi. Yere diz vurarak Kağan’ı selamladıktan sonra elinde taşıdığı deriden yapılmış büyücek bir kutuyu Kağan’ın önüne koydu

 

- “Ben Türgiş Beği Oğulçak Buğra Beğim! Tüng Yabgu Kağan’ın ikinci elçisiyim. Bunları Kağanımız yüce Kara Kağan’a yolladı” dedi. Deriden yapma kutunun içi altın dolu idi. Oğulçak Buğra yerine dönünce ikinci beğ ilerleyip Kağan’ı selamladı:

- “Ben Oğuz beği Kül Erkin’im! Tüng Yabgu Kağan’ın üçüncü elçisiyim. Bunu Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Savaşta uğurun açık olmasını diledi” dedi. Kül Erkin elinde çok güzel ve değerli bir kılıç tutuyordu.

 

Üçüncü beğin sol kolunda kızıl gözlü bir ak doğan vardı. Kağan’a doğru ilerleyip selamladı:

 

- “Ben Binbaşı Alp Kutluğum! Tüng Yabgu Kağan’ın dördüncü elçisiyim. Bu ak doğanı Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Bu yeryüzünde az bulunur pek soylu bir doğandır. Kartallarla dövüşür. Pençesinden kuş kurtulmaz. Ok gibi uçar. Tüng Yabgu Kağan bu doğan kuşları nasıl tutuyorsa senin de yağılarını öylece tutmanı diledi” dedi

 

dördüncü beğin elinde altın kakmalı bir eyer takımı vardı. Kara Kağan’a şunları söyledi:

 

- “Ben Yüzbaşı Alp Çavlı’ım! Tüng Yabgu Kağan’ın beşinci elçisiyim. Kağanımız sana gönderdiği dokuz bidevi (3) at , uşaklarımızdadır. Bu eyeri Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Bu eyerin koşulduğu at ile yapacağın sonsuz ulcalar (4), mallar almanı diledi” dedi

 

Kara Kağan’ın erleri, buyruk üzerine hediyeleri ve ak doğanı aldılar. Sonra Kara Kağan, baş elçi Kül Er Tigin’e şunları söyledi:

 

- Yüce kardeşim Tüng Yabgu Kağan’ın beni unutmamasından çok kıvandım. Hele gönderdiği eşsiz hediyelerle beni yargılamasına pek sevindim. Onun keskin uslu, yüksek bilgili, katı kollu, sert kılıçlı Kağan olduğunu işitiyorum. Ben de onun gibi olmak isterim. Bozkurt ailesinin oğulları olduğumuzdan aramızda ayrılık, aykırılık yoktur. Seni de Kül Er Tigin, kendi erlerimden Tiginlerimden ayrı tutmuyorum. Siz hepiniz burada benim öz beğlerim, çerilerim ne ise osunuz. Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini okuduktan sonra sizinle gene görüşeceğim. Şimdilik çadırlarınızda dinlenin. İstediğiniz bir şey olursa Tunga Tigin’le Işbara Alp’a söyleyin. Onlar her dileğinizi yerine getireceklerdir.

 

Kara Kağan ayağa kalkınca budun tarafından selamlandı. Elçiler çekildiler.

 

Kara Kağan, öz çadırına çekilip yalnız kalınca: Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini açtı. Bitik şöyle idi:

 

“Ben Tüng Yabgu Kağan, bunu Kara Kağan’a yazdım. Senin sağ, esen olmanı Tanrı’dan dilerim. Bir gövdede bir can, bir başta bir beyin olduğu gibi bir Elde de bir kağan olur. Biz, Türk Eli’nde iki kağan olduğumuz için Türklerimiz yoksul kalıyor, azalıyor. Bir Elde baş çoğalırsa budun azalır. Eskiden Türk Eli’nde bir kağan varken işler yolunda idi. Yürütülen çeri ile ülkeye mal, davar getiriliyordu. Şimdi Türk, ikiye ayrıldı. Birbirinden kuşkulanıyor. Seninle ikimiz dış yağılarımıza karşı birleşirsek budun da kazanır, biz de güçleniriz. Baş elçim Kül Er Tigin ile sana beş bin altın, yüce dedemiz İstemi Kağan tarafından Acemlerden alınmış değerli bir kılıç, bir ak doğan, bir eyer takımı, dokuz da bidevi at gönderiyorum.”

 

Kara Kağan, bitiği okuyunca çadırda gezinmeğe başladı. Çok düşünceli olduğu yüzünden belli idi. Kağan olalıdan beri Türkler’in gönlünü kazanamamıştı. Budunu biraz bay (5) kılmak, karnını doyurmak gerekti. Acaba şimdi bu fırsat ele giriyor mu idi? Kağan bunu düşünüyor, bir türlü karar veremiyordu. Kineşmekten (6) başka yol yoktu. Kapıyı açtı, nöbetçi erlerden birine buyruklar vererek Katun’un otağına doğru yürüdü.

Katun zaten Kara Kağan’ı bekliyordu. Batı Kağanı’nın neler yazdığını merakla öğrenmek istiyordu. Az konuşan sert Kağan’a doğrudan doğruya soru sormakla bir şey öğrenilmeyeceğini bildiği için kurnazlıkla söze başlamak gerektiğini anlıyordu. Kağan’ın asık yüzünü görünce sordu:

 

- Kara Kağan! Canını sıkacak bir şey mi oldu?

- Hayır!

- Düşünceli duruyorsun. Batı Kağan’ı kötü şeyler mi yazmış?

- Hayır!

- Cevap verecek misin?

- Evet!

- Seninle birleşmek mi istiyor?

- Evet!

- Birleşecek misin?

- Bunu kurultayda konuşacağız.

 

İ-çing Katun, Kağan’ın gözüktüğü kadar öfkeli olmadığını anlamıştı. Kendisine daha bir çok şeyler sormanın çağı idi:

 

- Kağan senin bana bir adağın vardı.

- Nedir?

- Çin’e akın edip Tang’ları düşürecek, benim ailemi Çin’e kağan yapacaktın

- Bundan caymış değilim.

- Ne zaman yapacaksın?

- Çağı gelince…

- Çağı ne zaman gelecek?

- Geldi gibi. Batı Kağan’ı ile uzlaşıp o yandan kuşkusuz olursak Çin’e saldıracağız.

- Tangları devirecek misin?

- Bu işe o kadar kolay değil.

- Neden?

- Çok kan dökmek ister.

- Kan dökmekten çekiniyor musun?

- Çinli kanı dökmekten çekinmiyorum. Ancak bu dökülecek kan yalnız Çinli kanı olmadığı için çekiniyorum.

 

İ-çing Katun işin sarpa sardığını görüyordu. Kağan’ı kışkırtmak için şöyle dedi:

 

- Bir Türk Kağan’ı Türkler’in savaşta akacak kanını düşünür mü?

- Yurt korumak için olursa düşünmez. Asığsız (7) işler için olursa düşünür.

- Benim ailemin Çin’de kağan olması asığsız mı buluyorsun? Yanılıyorsun yüce Kağan! Benim ailem Çin’de kağan olursa bir kere Çin’den toprak alacaksınız. Sonra Çin şehirlerinde Türkler ticaret yapacaklar. Sonra da Çin her yıl sana buğday, darı, kumaş yollayacaktır.

- Sizin vereceğiniz kadar toprağı biz öz kılıcımız ile de alırız. Ticaret ise bize bir şey kazandırmıyor. Ne zaman alış veriş olsa Çinliler Türkleri kandırıp aldatıyorlar. Onun için bu işin olmaması olmasından yektir. Azıkla kumaşa gelince; bunu biz zaten her akında Çin’den kendi gücümüzle alıyoruz. Savaştan dilek, buduna kazanç getirmektir. Kazanç olmayan yerde Türk budunun kanı akmamalıdır.

- Öyle ise bütün Çin’i alıp bu servetin hepsine birden konmak daha iyi değil mi?

- Biz bütün Çin’i alamayız.

- Neden alamazsınız? Çerileriniz bu denli korkmaz, yılmaz kişilerken, attıkları ok şaşmazken, atları yıldırım gibi koşarken siz niçin Çin’i alamayasınız?

 

Kara Kağan sert bir kıpırdanışla Katun’a baktı. Sesini biraz daha yükselterek sordu:

 

- Çin’de kaç kişi vardır?

- 4.000 tümen (8)!

- Ya bizde kaç kişi var?

- Bilmiyorum.

- Ben sana diyivereyim: 200 tümen. Batı Kağan’ında da bir o kadar kişi olduğunu saysak bütün Türk Elinde 400 tümen kişi var demektir. Demek ki ben Batı Kağanı ile birleşsem on Çinli’ye karşı ancak bir çeri çıkarabileceğim. Halbuki Batı Kağan’ı bana çerisini veremez. Onun yapacağı iş bana yağılık etmemektir. O yağılık etmeyince ben de batı sınırındaki bütün çerimi gönül rahatlığı ile oradan çekebilirim. Demek ki 20 Çinli’ye karşı ben tek çeri çıkarabileceğim. Bu kadar çeriyle Çin alınır mı? Alınır, alınır ama meydan savaşında alınır. Çin’de kaleler, duvarlar olmasa Çin’in bir ucundan girip öte ucundan çıkmak kolaydır. Fakat Çinliler yalnız meydan savaşı yapmıyorlar ki. Kalelere girip saklanıyorlar. Sonra tutalım Çin’i aldık sonu ne olacak? Çin’in her köyüne şehrine birkaç Türk çerisi koysam iki göbek sonra yeryüzünde Türk kalmaz.

- Peki ama sen bana söz vermiştin.

- Ben sana Çin’e akın yapmak için söz vermiştim. Bu sözümü tutacağım!

———————————————–
(1) Sağrak: Bardak, kadeh
(2) Bitik: Yazı, mektup
(3) Bidevi: Soylu ve hızlı at
(4) Ulca: Ganimet
(5) Bay: Zengin
(6) Kineşmek: Müzakere, fikir alış verişi
(7) Asıgsız: Yararsız, faydasız
(8) Tümen: 10.000 kişilik ordu

 

ONBAŞI SANÇAR

 

Onbaşı Sançar tarlasını ekiyordu. Toprak ıslak olduğu için kolayca kazmıştı. Yüzü, her zaman olduğu gibi asıktı. Bununla beraber Binbaşı Işbara Alp’ın onbaşıları arasında en iyi hallisi o idi. Hiç kimsesi yoktu. Kimsesi olmadığı için birkaç koyunla kısrağı kendisini bol bol geçindiriyordu. Çadırında tek başına sessiz bir hayat sürer, çok konuşmasını sevmediği için de bundan sıkılmazdı. Onbaşı Kara Budak, onun dayısın oğlu idi. Koyunlarının yünlerini Kara Budağın anasına verir, o da bunu eğirdikten sonra Sançar’a yetecek kadar kumaş yapar, kalanını kendi alırdı.

Sançar az konuştuğu gibi az da yerdi. Yamtar onun bu haline şaşar, Sançar’ın nasıl yaşadığına akıl erdiremezdi. Onbaşı Sançar oldukça zengindi de…

Çadırında bir koç kılıçlar, yaylar, bıçaklar, sadaklar dururdu. Bunların bir kısmı babasından kalmış, bir kısmını da kendisi savaşlarda ele geçirmişti. Şimdiye kadar başı dara gelmediği için evinin eşyasından hiç birini satmamıştı. Hele kürkler o kadar çoktu ki, belki Kara Kağan’da bile bu kadar kürk yoktu.

Ama genç onbaşının kaygısızlığı bundan mı ileri geliyordu? Hayır! Onun çadırında 20 kadar değerli kürk, altın kakmalı bir kılıç, gümüşten bir çamçak, bir çok değerli pusatlar olmasa da o gene böyle olacaktı. Onca on kılıçla tek kılıç birdi.

Sançar arada bir kendi erlerini toplar, onlara savaş idmanları yaptırırdı.

Bu idmanlarda da, savaşta olduğu gibi, yalnız kumanda ederdi. Beğendiğini öğüp beğenmediğine sövmezdi. Onbaşının beğendiği nedir, hangi şeyi yadırgar, sevinir mi, yerinir (1) mi, yüksünür (2) mü, bunlar belli olmazdı.

Bu gün akşama kadar tarlası ile uğraşmıştı. İşini bitirip tarlaya şöyle bir göz attı. Yarına pek az iş kalmıştı. Dönecekti. Bu sırada Fu-lin göründü. Fu-lin Çinli bir kadındı. Çin beğlerinden birinin kızı olduğunu herkese söylerdi. Onun beğ kızı olduğunu, Ötüken’de Sançar’dan başka duymayan kalmamıştı. Kocası zengin bir Çin tüccarı idi. İşini o kadar biliyordu ki bir akında çıplak denilecek bir halde tutsak olup Ötüken’e geldiği halde bile birkaç yılda burada zengin olmuştu. Ötüken Türkleri onun adını bilmezlerdi.ona yalnızca Bay Çinli derlerdi. Bay Çinli yalnız ticaretle Türkleri değil, kumarda da Çinlileri soyuyordu. Türkler alış verişte yutulduklarını pek anlamıyorlardı ama kumarda yutulan Çinliler ona diş biliyorlardı. İşte Onbaşı Sançar işini gücünü bitirip de tarlasına baktığı sırada oraya yanaşan Fu-lin bu Bay Çinlinin karısıydı.

Onbaşı Sançar’ın asık yüzü Çinlileri pek korktuğu halde Fu-lin hiç çekinmeden yaklaştı. Gülerek:

 

- Kolay gelsin Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?, dedi.

 

Toparlama bir sayışla günde on sözden çok konuşmayan Sançar yirmi yıllık hayatında şimdiye kadar bir Çinliye bir tek söz etmiş değildi. Pek az olmakla beraber, ara sıra kendisine söz söyleyen yahut selam veren Çinlilere de karşılık vermezdi. Onun için Fu-lin’e aldırış etmedi. Fakat kadın kolay kolay gideceğe benzemiyordu: sözünü tekrarladı:

 

- Kolay gelsin Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?

 

Sançar buna da cevap vermedi. Kadın, Sançar’ın oldukça yakın komşularından olduğu için onun huyunu suyunu iyice biliyordu. Onbaşı “Kolay gelsin” demesine kızmış olmalıydı. Çünkü ona göre kolay olmıyan iş yoktu. Bundan dolayı Fu-lin sözünü şöylece bir daha tekrarladı:

 

- Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?

- Görmüyor musun? Tarlaya bakıyorum.

 

Bu sert cevap kadını sevindirdi. Çünkü tılsım bozulmuştu. Sert de olsa cevap almıştı. Nihayet, Sançar’dan da daha yumuşak bir karşılık bekleyemezdi ya… Kadın bu sırada tarlaya girmişti. Kırıtarak yeni bir soru daha sordu:

 

- Tarlada ne var?

- Toprak, taş, otlar, solucanlar, bir de sen!

 

Fu-lin hiç oralı olmadı. Onbaşıya biraz daha yaklaştı:

 

- Sana bir şey söyleyeceğim.

- Söylemesen iyi olur.

- Neden?

- Çinli sözünden tiksinirim.

 

Kadın çok pişkin davranıyordu. Bu sözlerden alınmıyor, Onbaşı Sançar’a yaklaşıyor, sokuluyor, kırıtıp kannış (3) yapıyordu. Bu kadın bir Çin güzeli idi. İnce ve solgun bir yüzü vardı. Güzel kokular sürünmüştü.

 

- Onbaşı Sançar! Sana olan sözüm önemlidir.

 

Onbaşı aldırmadı. Kadın gülümseyerek ta yanına kadar sokuldu.

 

- Onbaşı Sançar! Sana çok önemli bir şey söyleyeceğim. Hiç ummadığın bir şey…

 

Birdenbire Sançar’ın gözleri açıldı.

 

- Ne! Yoksa benim erlerden biri attan mı düştü?

- Yok canım! Bunda ne var ki? Daha önemli bir şey…

- Kara Kağan mı öldü?

- Hayır daha önemli!

- Ne ise tez söyle! Bana bir aylık sözü bir günde konuşturdun!

 

Fu-lin oynak bir hal aldı. Şaşkınlıktan taş gibi duran Onbaşının boynuna kollarını dolayarak:

 

- Ben sana vuruldum! Dedi.

 

Onbaşı büsbütün şaşırdı:

 

- Bundan bana ne be!.. Sen şu diyeceğin önemli nesneyi söyle!…

 

Kadın sarsılarak gülüyor, başını Onbaşının göğsüne yaslıyordu:

 

- Söyledim ya, seni seviyorum!

- Söyleyeceğin bu muydu?

- Buydu, sevinmedin mi?..

 

Sançar, kendisinden sevinç bekleyen kadını bir itiş itti ki.. Fu-lin, birkaç adım geri fırlayarak yumuşak tarlaya düştü. Düşüşten sersemlemişti.

 

Sançar bağırdı:

 

- Sen usunu mu kaçırdın be? Bir Türk çerisinin attan düşmesi, Kara Kağan’ın ölmesi önemli değil de senin bana gönül vermen önemli öyle mi? Çıldırmışsın! Çin’e akın edip atanı, ananı, soyunu, sopunu kestiğim, malını, yurdunu yağma ettiğim için mi bana vuruldun?

 

Sançar geri döndü. Çadırına yöneldi. Artık gün batmıştı. Fu-lin olduğu yerde doğruldu. Kızgın yüzü yavaş yavaş değişti. Gülümser oldu. Sona dudaklarının arasından şunları mırıldandı:

 

- Sen de yola gelirsin Onbaşı Sançar. Ötekiler de önce senin gibiydiler, görüşürüz…

———————————————–
(1) Yerinmek: Acınmak, pişman olmak
(2) Yüksünmek: Bir işi zahmet saymak
(3) Kannış: Cilve

 

KİNEŞ

 

Kurultay kurulmuştu. Kağan, Batı Kağanından gelen bitiği, okuması için Kür Şad’a uzattı. Kür Şad bitiği okuduktan sonra Kağan söze başladı:

 

- Türk beğleri! Ustan üstün us vardır. Ne düşünüyorsanız, gereken ne ise ortaya atın. Kinişelim. Ola ki en doğru yolu bulur ona göre iş ederiz.

 

Beğlerden biri söz istedi:

 

- Kara Kağan! Buyruk ver, söz edeyim. Diyeceklerim var, dedi.

 

Bu yaşlı bir beğdi. Saçına, sakalına kır düşmüştü. Alnında, yüzünde kılıç yaralarının izleri vardı. Düşünmeden söz ediyor gibi idi. Fakat yakışıklı söz söylüyor, sözünü dinletiyordu:

 

- Ben Batı Türk Elini iyi bilirim. Karım da oralıdır. Batılılar bizden güçlüdür. En iyi atlar orada çıkar. Batı Eli’nde açlık olmaz. Türlü güzel yemişler vardır. Onların tarlaları verimli, ormanları çoktur. Tüng Yabgu Kağan’ın sözlerini olduğu gibi kabul etmeliyiz. Eskiden Türk Elinde tek Kağan varken budunun boğazı tok, sırtı pek, yağısı azdı. El ikiye bölününce ilk iş olarak birbirine yan bakmağa başladılar. Çin’e giden Türkler daha Türklüklerini unutmadan nasıl kılıç çekmeğe başladılarsa Doğu Türk Eli ve Batı Türk Eli de, böyle giderse, birbirlerini Çinli gibi göreceklerdir. Bana kalırsa hemen Tüng Yabgu Kağan’a elçi gönderelim. Bir andlaşma yapalım. İki kağan birbirine yağılık etmeyeceklerine and içsinler. Onlar bize at ve iyi pusat yollasınlar. Biz de onlara Çin’den aldığımız kumaşlardan yollayalım. Olabilecek gibi ise, iki kağan savaşlarda çeri vermeğe de söz versinler.

 

Kara Kağan öteki beğlere baktı. Tunga Tigin söz aldı. Dedi ki:

 

- Tüng Yabgu Kağan bizden güçlü imiş. Güçlüler güçlülerle bağdaşmak ister. Biz de ona gücümüzü gösterelim. Elçilerini bu kış nasıl olsa burada alıkoyacağız. Yaz gelince Çin’e akın edelim. Elçiler çerimizi, gücümüzü görsünler. Ondan sonra biz de oraya kendi elçilerimizi gönderelim. Tüng Yabgu Kağan bizim de güçlü olduğumuzu görürse andlaşmayı daha çok ister. Bize güvenir. Bize asığlar gösterir.

 

Bu sözlerden sonra kurultaydaki beğlerin en genci olan Kür Şad söz aldı:

 

- Yahşı söz ediyorsunuz. Elçilere gücümüzü gösterelim. Sonra andlaşma yapalım. İki Kağan yardımlaşsınlar. Yalnız bir nesneyi unutuyorsunuz!

 

Herkes birbirine bakıştı. Anlamamışlardı. Kür Şad devam etti:

 

- Ötüken’de Türklerin yarısı kadar Çinli olduğunu elçiler görmeyecek midir?

 

Kür Şad bu sorguyu sorunca ortalığa sessizlik çöktü. Ne demek istediğini gene anlamamışlardı. Kağan cevap verdi:

 

- Görürlerse ne çıkar? Çok tutsağımız olduğunu anlarlar.

- Hayır bunu anlamazlar. Bunlara tutsak demezler.

 

Bir beğ sordu:

 

- Ne diyorsun Kür Şad? Bu Çinliler bizim tutsaklarımız, kölelerimiz değil mi?

- Tutsaklarımızdır ama Ötüken’de aşağı yukarı Türklerle denk gibidirler. Tutsağa benzer halleri yoktur.

 

Kağan gene sordu:

 

- Kür Şad! Demek istediğini açık de. İyi anlamıyoruz.

- Demek istediğim şu: Burada Çinlilerin borusu da bizim ki kadar ötüyor. Kara Kağan tahta oturduğu gün otağının ardında döğüş oluyordu. Çinli at uşakları bir Türk çerisi ile dövüşüyorlardı. Eskiden Çinliler buna kıyışabilirler miydi? Çinliler bu gücü nereden, kimden alıyorlar? Şu Çin beği Şen-king nedir? İkide bir Katunun hatta Kağanın otağına girer, Türk beğlerine denkmiş gibi konuşur?

- Şen-king tutsak değil, konuktur.

- Konuktur ama Çinlidir. Çinli tutsakken de konukken de hep o Çinlidir. Konuk olsa bize biz çağırmadık ya. Kendi budununa yaramayan bizim işimize yarar mı? Sonra onun yoldaşı Van-zin-şan Ötüken’in her yerini dolaşıyor. Her yere girip çıkıyor. Ondan sonra da Şen-king’ke baş başa verip konuşuyor.

- O da konuktur. Gezerse ne çıkar?

- Konuksa ne diye tutsak Çinlilerle düşüp kalkıyor? Onlarla ne konuştuklarını biliyor musunuz?

- Bilip de ne olacak? Çinliler ne konuşur ki? Ya çalgı, ya kadın, ya para…

- Yalnız bu kadar değil. Bir de dalavere… Bu Çinlilerin çaşıtlık edip etmediklerini düşündünüz mü?

 

Beğlerle Kağan doğruldular. Hepsinin kaşları çatıldı. Kağan sordu:

 

- Çin beği çaşıt mı? Nasıl olur? Çin’de kendi ailesi kağan değil ki?

- Bundan ne çıkar? Ötüken’de Bozkurtlar bitip de yerine Dokuz Oğuzlar, Karluklar kağan olsa ben gene Çin’e yağı kalırdım. Benim yapacak olduğumu Çin beği neden yapmasın?

 

Birden ölüm sessizliği yayıldı. Kağan Kür Şad’la beğlere birer birer bakıyor, beğler gözlerini Kür Şad’dan ayırmıyorlardı. Kür Şad başını yere eğmişti. Sessizliği Tunga Tigin bozdu:

 

- Çinli beğ çaşıtlık ederse ne çıkar? Kılıçlarımız keskinliğini mi yitirir? Yaylarımız mı gevşer.

- Hayır bunlardan biri olmaz. Bizim sayımızı öğrenirler. Akın edeceğimiz zaman haberleri olur. Ona göre davranır, pusu kurarlar. İçimizde Çin için en korkulu kimse onu bir kolayına getirip öldürürler.

- Kür Şad! Sen bizi çocuk yerine koyuyorsun. Bu tutsaklar bizden birini nasıl öldürür? Çinli tutsağın elindeki kılıç bir Türk beğini öldürebilir mi? Ötüken’de bir Türk beğini öldürmek için bütün Çin pusata sarılmalıdır.

- Ben size Çinliler bahadırlıkla öldürürler demiyorum. Savaş alanında bir Türk beği öldürmek Çinlilere güç gelir. Ama barışta bir Türk Kağanını bile nasıl öldürdüklerini hepiniz gördünüz. Ben size kılıcı anlatmıyorum. Ağudan bahsediyorum.

 

Kür Şad yıldırım gibi konuşuyordu. Kağan bu sözlerden alınmıştı. Kür Şad’a soğukkanlılıkla sordu:

 

- Peki Kür Şad! Tüng Yabgu Kağan’a elçi göndermeden önce ne yapalım diyorsun?

- Ne mi yapalım? Bu Çinlilerin tutsak olduğunu onlara gösterelim. Çinlilerin öz başlarına tarlası olmasın. Onların koyunlarının yarısını alıp Türklere verelim. Biz gidip akında, savaşta kan döküyor, ölüyoruz. Onlar tutsak diye Ötüken’de oturup tarla sürüyor, koyun üretiyorlar. Sonra bizim Türklerle alış ve iş edip, bir koyuna on tane tilki derisi alıyorlar. Sonra da bu tilki derilerini Çin’e satıp zengin oluyorlar.

- Bunların önünü almak kolaydır.

- Kolaydır ama iş bu kadarla bitmiyor. Bu Çinliler Türklerin ahlakını da bozuyor. Tutsak Çin karıları bin türlü kannış yapıp Türk erlerini kandırıyorlar. Bizim kızlarımız böyle kannış bilmez. Çin erkekleri nasıl kötü malları bize iyi mal diye sürüp bizi aldatıyorlarsa, Çin kadınları da kendilerini boya ile, kannış ile sürüp Türk erlerine satıyorlar. Erkekler çabuk kanar, Çin kızlarını bir şey sanıyorlar. Elma gibi al yanaklı, kumral saçlı, ışık gibi yeşil ala gözlü, suna boylu Türk kızları dururken sarı benizli, karanlık bakışlı, sıska Çin avratlarına gönül kaptırıyorlar. Evli kadına kötü gözle bakılır mı? Türk türesinde evli kadına ilişmek ölümle biter. Biter ama artık türe de suya düştü. Çünkü evli kadınlar artık buna razı oluyorlar.

 

Kurultay yaman bir heyecana düştü. Kağan ve beğler ayağa fırladılar. Kağan bağırdı:

 

- Ne diyorsun? Evli kadınlara saldıran var da duymuyor muyuz?

- Duymuyoruz. Duyurmuyorlar. Düşümüze girse usumuzu kaçırırdık değil mi? Evet ya!… Çinli tutsakların karıları Türk erlerini avlıyorlar. Çinliler karılarının yaptığını bilmiyor mu? Biliyor… Biliyor ama sesini çıkarmıyor. Bilakis karısını kışkırtıyor. Çünkü böylelikle akınlarda aldığımız ne kadar altın, gümüş, mal varsa hepsi Türk çadırlarından Çinli tutsakların çadırlarına taşınıyor. Çinli bu… Yabancı. Yapmaz mı? Deyin bakalım; buna ne yapacağız? Bizim türemizde bir kişi evli kadına ilişirse kadın şikayet eder, saldıran, ilişen yok edilirdi. Ya bu kadın şikayet etmezse… Türk türesi bunun için bir şey söylemiyor.

 

Kurultay heyecanlanmıştı. Bir beğ bağırdı:

 

- Kadın şikayet etmez olur mu? Böyle kadın görülmüş müdür? Ya o kadının kocası durur mu?

 

Kür Şad yıldırım gibi gürlüyor, fakat heyecanlanmıyordu:

 

- Türk kadını olursa böylesi bulunmaz. Ama Çinli karılardan çıkıyor işte!… Çünkü Çinli erkelere para, mal gerek. Onun kesesi akça ile dolmalıdır. Akçayı almak için de malını verir, her şeyini verir, daha ileri gider karısını da verir. Çin karıları Türkleri böyle soyup kocalarını zengin ediyorlar. Çinlilerin nasıl bayıdığını anladınız mı? Bakın Ötüken’de doğan Çinli çocuklar o kadar Çinli’ye benzemiyorlar. Bunu Ötüken’in havasından, suyundan mı sanıyorsunuz? Çin’deki köpek Ötüken’e gelmekle kurt olmuyor da Çinli Ötüken’e gelmekle nasıl Türk’e benziyor? Çünkü ona Türk kanı aşlanıyor. Yalnız Çinliye aşlansa iyi. Belki ilerde Çin’de daha iyi çeri çıkar da daha tatlı savaşırız. Halbuki şimdi Türkler de Çin karısı almağa başladılar. Bizim bildiğimiz Çinli karı almak kağanlar içindir. Bunun da sebepleri vardır. Ya bu Türk erlerinin hepsi şimdi kağan mı oldular? Çinliler Türk kanıyla aşlanarak canlanır, bahadırlaşırken biz de kanımıza Çin kanı katarak soysuzlaşacak mıyız? Bu günden tezi yok. Türk erlerini baştan çıkaran Çinli avratlara sopa çekilmeli. Çinli avradın kocası bu işi biliyorsa gebertilmeli. Çinlilerin malı davarı nesi varsa yarısı alınıp Türklere verilmeli. Çinlilerin öz başlarına tarla eyesi olmamalı. Türk erleri Çinli karılarla evlenmemeli. Bütün Çinlilere de göz kulak olmalı. Yoksa yayda (ilkbahar) Çine yapacağımız akını Çin sarayı şimdiden duyar.

 

Kağan beğlere baktı. O zamana kadar söze karışmamış olan bir beğ söz aldı.

 

- Kür Şad doğru söylüyor. Türk türesi yabana atılmaz. Bizim budunun da suçu yok değil. Bir kişi pusuya düşerse suç yalnız kuranın değil, biraz da pusuya düşenindir. Türk erleri Çinli avratlara aldanıp baştan çıkıyorlarsa yalnız Çin karılarına sopa atıp Çin erkeklerini öldürmekle iş bitmez. Türk türesinin tam yerine gelemsi için evli kadına ilişen bir erlerinin de başı uçurulmalı. Bizim türemiz evli kadına evli kadına ilişen bir erin başını kesmek için o kadının Türk, Çinli yahut tutsak olup olmadığına bakmıyor.

 

Tunga Tigin söze karışıp “Doğrudur” dedi. Kür Şad itiraz etti.

 

- Olmaz. O zaman Türk’le Çinli bir olur. Türk türesi Türkler için yapılmıştır. Hem de bizim türemizde kadına zorla saldıranın başı kesilir. Türk erleri Çinli kadınlara zorla saldırmıyorlar ki…

 

Kineş uzayacaktı. Gün batıyordu. Kağan beğlere birer birer düşüncelerini sordu. On iki beğden yarısı Kür Şad’ı tutmuştu. Kağan hangi yana geçerse sözü onlar kazanacaklardı. Kağan son sözü söyledi:

 

- Yay gelince Çin’e akın edip gücümüzü elçilere göstereceğiz. Çinlilerin öz başlarına tarlası olmayacak, mallarının yarısı Türklere dağıtılacak, Türkler Çin karılarıyla evlenmeyecekler. Türk erlerini ayartan Çin kadınlarına sopa atılacak, kocalarının bu işten bilgisi varsa onlar da yok edilecek… Türk türesi evli kadının budununa bakmadığı için bu kadınlara ilişen Türk erlerin de başı kesilecek.

 

YARGU (1)

 

Bütün yasavullar (2) Kağan’dan buyruk almışlardı. Geceleri Çinliler’in çadırlarına iyice göz kulak olacaklar, bu geceden işe başlayacaklardı. Evli bir Çinlinin çadırına giren Türk yakalanacak, çadırdaki Çinli kadın da onunla birlikte deliğe tıkılacaktı. Kadının kocası varsa deliğe tıkılmadan önce yasavullardan elli sopa yiyecekti. Yasavulbaşı Bağa Tarkan da bu gece vazife başında bulunacaktı.

 

Bağa Tarkan, yanında biri Çince bilen iki yasavul olduğu halde dolaşıyor, ara sıra Çinli çadırlarının önünde duruyordu. En ufak sese kulak veriyordu. Kağan’ın buyruğu kesin ve sertti. Zaten Bağa Tarkan da çoktandır böyle bir buyruk bekliyordu. Ötüken’de işlerin tatsız gitmesinden en çok üzülenlerin başında kendisi vardı. Onun için, her gece gün ışıyıncaya kadar ortalığı gezmeği, beklemeği göze almıştı.

 

Gece yarısına doğru ortalık soğudu. Bağa Tarkan durmaksızın gezmekten acıkmıştı. Yasavullardan birini kımız getirmeğe gönderdi. Kendisi de öteki yasavulla bir ağacın dibinde bekledi.

 

Uzaktan ağır adımlarla birisi geliyordu. Bağa Tarkan yasavula yavaşça:

 

- İyi bak bakalım. Tanıyacak mısın? Dedi.

 

Gelen, onların oldukça yakınlarından geçti. Sağa sola baktığı yoktu. Yürüyüp kayboldu. Bağa Tarkan sordu:

 

- Tanıdın mı?

- Evet! Binbaşı Işbara Alp’ın onbaşılarından Sançar’dır.

- Bu zaman burada ne arıyor?

- Sançar’ın işlerine akıl ermez.

 

Kımız gelmişti. Dikip canlandılar. Gene gezmeğe koyuldular. Bu böylece sürüp gidiyordu. Bir aralık yasavullardan biri durdu.

 

- İşitiyor musun Tarkan? Dedi.

 

Bağa Tarkan da işitmişti. Yakınlarından bir mırıltı geliyordu. Ses etmeden, gürültü çıkarmadan sesin geldiği yana doğru yürüdüler. Bu ses bir Çinlinin çadırından geliyordu. Bir kadınla bir erkek sertlikle konuşuyorlardı. Bağa Tarkan Çince bilen yasavula dinlemesi için işaret etti. Yasavul diz çöküp kulağını çadıra dayadı. Dinledi. İçerde bir kadınla bir erkek ağız kavgasına tutuşmuşlardı.

 

Çinli erkek soluk almadan söyleniyor, kadın ara sıra kesik sözlerle cevap veriyordu. Bağa Tarkan, yasavulu dürterek yavaşça sordu:

 

- Ne diyor?

- Kadına sen beceriksizsin diyor. Şu onbaşıyı kandıramadın, diyor.

 

Bağa Tarkan hopladı:

 

- Bu onbaşı da kim? Sakın Sançar olmasın?

 

İçerde ağız kavgası büyüyordu. Şimdi erkek susmuş, boyuna kadın söylüyordu. Yasavul kadının sözlerini Tarkan’a anlattı:

 

- Ben onbaşıyı çadıra kadar getirdim; daha artığını yapamadımsa suç bende mi? Diyor. Bu kadar akçayı, malı biriktirip ne yapacaksın? Diyor.

 

Yasavul birdenbire sustu. Kulağını çadıra daha iyi dayadı. Şimdi erkek haykırırcasına söylüyordu. Bağa Tarkan gene dürterek sordu:

 

- Neler söylüyor?

- Bu akçalarla malları alıp Çin’e kaçarak beğ gibi yaşıyacağım. Sen istersen burada Onbaşı Sançar’ınla kal, diyor.

 

Bağa Tarkan daha beklemedi. Çadırın kapısını açarak içeriye daldı. İki yasavul da ardınca girdiler. Çinlinin benzi sapsarı oldu. Bu, Ötüken’de herkesi kumarla, ticaretle soyan bay Çinli idi. Karısı güzel Fu-lin ise şaşkınlıkla Tarkan’a ve yasavullara bakıyordu. Bağa Tarkan’ın sesi gürledi:

 

- Ulan it Çinli! Karını öne sürüp Türkler’i soyuyorsun değil mi?

 

Çinli: “Beğimiz…” diye söze başlayacak oldu. Fakat Bağa Tarkan onun sözünü kesti:

 

- Sus!… Sonra da Çin’e kaçacaktın, öyle mi?

 

Çinli titremeğe başladı. Yasavulbaşı bir daha gürledi:

 

- Ben senin kötü canını tamuya (3) yollatayım da ondan sonra sen istersen gene Çin’e kaç!

 

Sonra yasavullara dönerek bağırdı:

 

- Yıkın şunu yere…

 

Çinli zaten yıkılmak üzere idi. Yasavulun biri dokunur dokunmaz yuvarlandı. Bağa Tarkan buyurdu:

 

- Elli değnek vurun!

 

İki yasavulun kamçıları kalkıp inmeğe, Çinli bangır bangır bağırmağa başladı. Fakat bu bağırtı uzun sürmedi. Belki yirminci, belki otuzuncu sopadan sonra, yar da korku yüzünden, bay Çinli beline inen sert bir vuruşa dayanamayarak öldü gitti. Fu-lin pek çabuk olup biten bu işlerden o kadar şaşırmıştı ki dili tutulmuştu. Bağa Tarkan öfke ile sordu:

 

- Sen de Onbaşı Sançar’ı mı baştan çıkardın?

- …

- Neden susuyorsun? Ama Sançar’ı bir yol daha baştan çıkaramazsın. Ona pek gönül verdinse sen de öteki dünyaya gidinceye kadar bekleyeceksin.

 

Sonra ölü Çinliye bakarak şöyle söyledi:

 

- Sanki kocan acunu soydu da ne oldu? Bu akçalar ötede geçer mi, hiç ummam. Ama kocan kurnazmış. Tez geberdi de hem sopa yemekten, hem de idam olunmaktan kurtuldu.

 

Sonra yasavula buyurdu:

 

- Şu akça, altın, gümüş dolu sandıkları sırtlayın, sen de düş önüme bakalım.

 

Tan ağarıyordu. Bay Çinlinin biriktirdiği bütün parayı, iki yasavul omuzlayıp sırtlamışlar, götürüyorlardı. Fu-lin de Bağa Tarkan’ın ardına düşmüş, yürümekte idi. Zangır zangır titriyordu. Çünkü nereye ve ne için gittiğini bilmiyordu.

 

Yasavulbaşı, sandıkları bir emin yere yerleştirip Fu-lin’i deliğe tıktıktan sonra iki yasavulu aldı. Onbaşı Sançar’ın çadırına yöneldi. Sançar çok erkenden kalkardı. O gün, erlerine savaş idmanı yaptıracaktı. Kımızı dikmiş kılıcını kuşanmıştı. Birdenbire dışarıda ayak sesleri duyuldu. Sonra kapı açılarak bir yasavul gözüktü:

 

- Onbaşı Sançar, dışarı gel! Dedi

 

Sançar zaten çıkıyordu. Çıkıp da Bağa Tarkan’ın asık yüzünü görünce hiç irkilmedi. Diz yere vurarak Tarkan’ı selâmladı.

 

Bağa Tarkan sordu:

 

- Onbaşı Sançar! Bu gece nerede idin?

 

Sançar her zamanki asık yüzü ile Tarkan’a baktı. Cevap vermedi. Bağa Tarkan, Onbaşı Sançar’ın huyunu hiç bilmiyordu, kızarak bağırdı:

 

- Sana soruyorum! Bu gece nerede idin?

- Sana ne be! Ne diye soruyorsun?

- Ben yasavulbaşıyım. Yasak olan yerlere gidip gitmediğini anlamak için sorarım.

- Ötüken’de yasak yer olur mu be?

- Olur.

- Ben bilmiyorum.

- Söylemeyecek misin?

- Hayır!

- Yıkın şunu yere. Elli değnek vurun!

 

İki yasavul Sançar’ı yere yıktılar. Kamçılarını hızla kaldırıp indirmeğe başladılar. Sançar hiç oralı değildi. Neden dayak yediğini anlamıyor, zahmet edip sormağa da lüzum görmüyor, yalnız karşısında Yasavulbaşıyı gördüğü için sesini çıkarmıyordu. Elli değnek bitince Sançar ayağa kalktı:

 

- “Bu günkü idman için iyi tımar oldu” dedi.

 

Bağa Tarkan’ın öfkesi artıyordu. Sançar’ı şaşırtmak için bağırdı:

 

- Sen istediğin kadar sakla. Ben senin bu gece nerede olduğunu biliyorum.

- Biliyorsan ne diye soruyorsun?

- Sen bu gece Bay Çinlinin çadırında değil miydin?

 

Sançar’ın gözleri açıldı:

 

- Ne? Ne? Ulan sen çıldırdın mı? Düş mü görüyorsun?

 

Bağa Tarkan yasavullara bağırdı:

 

- Söylemek istemiyor. Tutun şunu. Fu-lin’in yanına tıkın!

 

Yasavullar davrandılar. Fakat Fu-lin sözünü işitince çılgına dönen onbaşı, kılıcını çekerek bağırdı:

 

- Davranmayın! Deşerim ha!

- Karşı mı geliyorsun?

 

Artık iş işten geçmişti. İki yasavul ve Bağa Tarkan kılıç çekerek Sançar’a yürüyorlardı. Dövüş pek kanlı olacaktı. Fakat olmadı. Çünkü yıldırım gibi bir ses:

 

- “Onbaşı Sançar!” diye bağırmış, Sançar da kılıç indirerek ve dikleşerek:

- “Buyur!” diye cevap vermişti. Bu Binbaşı Işvara Alp’tı.

 

Işbara Alp bağırdı:

 

- Onbaşı Sançar! Kılıcını kınına sok!

 

Bir şakırtı işitildi. Kılıç kınına girmişti. Sonra Işbara Alp, Bağa Tarkan’a dönerek sordu:

 

- Bağa Tarkan! Onbaşıyı alıp götürmek mi dilersin?

- Evet.

 

Binbaşı, yeniden Sançar’a buyurdu:

 

- Onbaşı Sançar! Kılıcını çadırına koy. Bağa Tarkan’la git!

 

Sançar diz yere vurarak cevap verdi:

 

- Buyruk senindir!

 

***

 

Gün doğduktan biraz sonra yargu kuruldu. Dokuz yargucu, kalın keçelerle süslenen yerlerine oturdular. Yasavulbaşı Bağa Tarkan iki yasavulu ile birlikte yargucuların karşısına geçti. Budun, bu gün yargu olacağını duyduğundan alanı çepeçevre kuşatmışlardı. Baş yargucu, Bağa Tarkan’a yüz çevirerek söze başladı:

 

- Bağa Tarkan! Gördüklerini, yaptıklarını anlat!

 

Yasavulbaşı, gece olup biteni kısaca anlattı. Baş yargucu buyurdu:

 

- Çinli kadını getirin!

 

İki yasavuldan biri koşarak gitti. Fu-lin’i yargucuların karşısına getirdi. Fu-lin bu birikmiş insanları, çatık yüzlü yargucuları görünce korktu, titremeğe başladı. Baş yargucu hemen sorguyu açtı:

 

- Adın ne?

- Fu-lin.

- Evli olduğun halde bir Türk onbaşısını ne diye ayarttın?

 

Yüzlerce Ötükenlinin yakıcı bakışları Fu-lin’in üstünde toplanmıştı. Kendisini hemen orada öldürecekler sanıyor, ayakta güçlükle durabiliyordu. Yargucuların cevap bekleyen korkunç bakışları karşısında titreyerek:

 

- “Kocam öyle söylemişti” diyebildi.

- Senin kocan bu denlü namussuz kişi mi idi?

- Hayır! Namuslu idi amma…

- Ne? Namuslu idi de seni ne diye kötü yola kışkırtıyordu?

- Kocam çok para biriktirmek istiyordu. Akçası olanlara beni saldırıyordu. Onlar da kanıp akçalarını veriyorlardı.

- Kocanın ne kadar akçası vardı?

- Bilmiyorum.

- Bağa Tarkan! Bu kadının kocasında ne kadar akça buldunuz?

- İki yasavulla yalnız altınları sayabildik. Altı bin akça çıktı. Gümüşler dahi bir o kadar var.

- Bu kadar akça kağanda bile yoktur. Kocan bu akçaları niçin topluyordu?

- Çin’e kaçıp beğ gibi yaşamak için.

- Çin’e nasıl kaçacaktınız?

- Bilmiyorum.

- Onbaşıdan önce kaç kişi ayarttın?

- Beş…

- Kimdir bunlar? Adları nedir?

- Bilmiyorum.

- Adını bilmeden nice ayartıyordun?

- Kocam bana onları gösteriyordu. Ben de artlarına düşüyordum.

- Bak bakalım şu yığına, içinde onlardan kimse var mı?

 

Fu-lin alanı çevreleyen yığına baktı. Kendisine sert sert bakan bir çok kimselerin hepsi birbirine benziyor gibi idi. Zaten bu kargaşalıkta, bu kötü anda bildiklerini tanımayacak bir durumda idi. Baş yargucu sordu:

 

- Bunların arasında ayarttığın kişilerden kimse var mı?

- Yok.

 

Baş yargucu dördü sağında, dördü solunda oturan öteki yarguculara bakarak sordu:

 

- Bunun cezasını verelim. Bağa Tarkan buna elli değnek vursun.

 

Yarguculardan biri itiraz etti:

 

- Elli değnek bu arık karıya çoktur. Elli değneğe bunun kocası dayanamamış. Kocasının dayanamadığına karısı nice dayansın? Buna on değnek yetişir.

- Doğru!

- Doğru!

- Doğru!

- On değnek buna azdır. On değnek şimdi vurulsun. Değneklerin acısı geçince birkaç gün sonra yeniden on değnek vurulsun.

- Bu daha doğru.

- Evet!

 

Bu düşünce kabul olundu. Baş yargucu, Fu-lin’e bakarak son sözlerini söyledi:

 

- Sana on değnek vurulacak. Bununla usun başına gelir. On günde değneklerin beresi geçer, o zaman on değnek daha yiyeceksin. Bu da kulağına küpe olur. Bundan sonra kimseyi ayartmağa kalkmazsın. Bir daha karşımıza gelirsen göreceğin ceza ölümdür.

 

Bağa Tarkan’ın iki işareti üzerine iki yasavul Fu-lin’i götürüp Onbaşı Sançar’ı getirdiler. Baş yargucu sordu:

 

- Onbaşı Sançar! Türk türesince evli kadına ilişilemeyeceğini bilir misin?

- Bilirim.

- Bilirsin de ne diye ilişirsin?

- Ben kimseye ilişmedim.

- Saklıyor musun?

- Hayır!

- Öyleyse doruyu söyle.

- Doğrusu bu: Çinli karıya ilişmedim.

- Bağa Tarkan geceleyin seni dışarıda görmüş.

- Bundan Bağa Tarkan’a ne? Ben geceleyin istediğim yerde gezerim.

- Ama Çinlinin çadırı yakınından geliyormuşsun.

- Çinlinin çadırı nerede bilmiyorum ki, uzak mı, yakın mı geçtiğimi bileyim.

- Gece yarısı dışarıda ne arıyordun?

- Tarlada bıçağımı düşürmüştüm. Onu almağa gittim.

- Gece yarısı bıçağını ne diye almağa gittin? Gün doğunca gidemez miydin?

- Geceleyin uykum kaçmıştı.

- Uykun neden kaçtı?

- Öfkeden…

- Kime öfkelendin?

- Çinli karıya…

- Neden öfkelendin?

- Akşam bana sırnaştı, öfkelendirdi.

- Anlat, nasıl oldu?

- Gün batarken tarlaya geldi. Sana çok önemli sözüm var dedi. Ben de meraklandım. Kara Kağan öldü sandım. Tez söyle nedir, dedim. Geldi, bana sarmaş dolaş oldu. Sana vuruldum, dedi. İttim yuvarlandı. Bana sürünürken bıçak kınından çıkıp düşmüş. Gece uykum kaşınca onu almağa gittim.

 

Onbaşı Sançar’ın bu sözleri üzerine baş yargucu duraksadı. Sançar’ın sözlerine inanmış gibi idi. Sağındaki, solundaki yarguculara baktı. Onlardan biri Sançar’a sordu:

 

- Bu sırada Çinlinin çadırına girmedin mi?

- Ne söz anlamaz kişilersiniz be! Girmedim diyorum.

- Onbaşı! Dikbaşlılık etme. Yasavullar çadırda konuşan Çinli ile karısını dinlemişler. Bunlar çadıra giren onbaşıdan bahsediyorlarmış.

- Ötüken’de Sançar’dan başka onbaşı yok mu?

 

Bu cevap üzerine bütün yargucuların içine kuşku girdi. Baş yargucu, Bağa Tarkan’a sordu:

 

- Bağa Tarkan! Çinliler, çadıra giren onbaşının Sançar olduğunu söylüyorlar mıydı?

- Çadıra giren onbaşının adını söylemiyorlardı ama bay Çinli karısına Çin’e kaçacağını söylüyordu. Sen gelmezsen Onbaşı Sançar’ınla kal diyordu. Bu sözlerden ben çadırına girenin Sançar olduğunu kestirdim.

 

Baş yargucu, Sançar’a sordu:

 

- Gördün mü?

- Benim bir şey gördüğüm yok. Çadıra giren onbaşının kim olduğunu bir yol da Çinli karıya sorsanıza…

- Bağa Tarkan! Çinli kadını getirin.

 

Yasavulun biri seğirtti. Çinli güzelini getirdi. Baş yargucu sordu:

 

- Fu-lin! Yasavullar dün gece kocanın sana “Çin’e gelmezsen Sançarınla burada kal” dediğini işitmişler. Onbaşı Sançar senin çadırına girmediğini söylüyor. Bu, Onbaşı Sançar mıydı? Yoksa başka bir onbaşı mıydı?

 

Fu-lin yargucuların önüne getirilirken yine titremeğe başlamıştı. Kendisine : “Bir daha karşımıza çıkarsan göreceğin ceza ölüm olur” dememişler miydi? Aradan pek az zaman geçtiği, Fu-lin bu müddet içinde delikte kapalı olup hiçbir suç işlemediği halde yargucuların karşısına yine çıkmaktan ödü patlamıştı. Baş yargucunun sorusu onu canlandırdı. Kendisine ölüm olmadığını anlayınca titremesi geçti. Onbaşı Sançar’ın yüzüne baktı. Asık yüzlü Sançar da ona bakıyor, hem de iğrenerek bakıyordu.

 

Fu-lin bir ara düşünür gibi oldu. Yargucular susuyorlardı. Budunda çıt yoktu. Çin güzeli bu işin sonucu kendi sözlerinde olduğunu anlamıştı. Sançar, Fu-lin’in sustuğunu görünce kızarak bağırdı:

 

- Alçak karı söylesene! Dün gece senin çadırına giren kimdi?

 

Fu-lin’in gözleri süzüldü. Demin korkudan titrerken sararan benzi şimdi öfke ile kızarmıştı. Yarguculara döndü:

 

- “Dün gece çadırıma gelen Sançar’dı” dedi.

 

Sançar, öfkeyle kaldırdığı yumruğunu, iri bir topuz gibi Çinli kadının yüzüne indirerek bağırdı:

 

- Yalan!

 

Fu-lin, bir çok dişi ağzına dökülmüş, yüzü gözü kan içinde kalmış bir durumda yere yuvarlanmış, bayılmıştı.

 

Baş yargucu, Sançar’ın bu işine kızmıştı:

 

- Neden yalan olsun?

- Ne bileyim? Onu sen bil!

- Onbaşı Sançar! Başın gidecek, doğrusunu söyle de Tanrı’ya yalanla varma!

- Yalan diyorum be! Onbaşı Sançar’a inanmayıp da bu Çinli karıya mı inanıyorsun?

 

Tam bu sırada alanı çevreleyen budun arasında bir dalgalanma oldu. Koca börklü, uzun boylu, yoksul giyimli bir genç budunu yararak yargucuların karşısına dikildi:

 

- “Sançar doğru söylüyor. Dün gece bu Çinli karının yanında olan bendim” dedi. Bütün Ötükenlilerin gözleri bu bahadırda birleşti. Tanıyanlar adını mırıldandılar:

 

- Karabudak!

 

Baş yargucu sordu:

 

- Sen kimsin?

- Binbaşı Işbara Alp’ın onbaşılarından Karabudağ’ım.

- Bu kadının evli olduğunu biliyor mu idin?

- Biliyordum.

- Ne diye çadırına girdin?

- Beni çağırdı.

- Girmeseydin.

- Kannış yapıp beni aldadı.

- Çadırda kocası yok mu idi?

- Yoktu.

- Seni çadırına almasına karşılık senden ne aldı?

- Benden akça istedi. Bir gümüş akçam vardı. Verdim.

- Sana başka bir şey dedi mi?

- Dedi: “Yarın gece gene gel” dedi.

- Gene verecek akçayı nerden bulacaktın?

- Çin’den yağmaladığım bir gümüş bıçağım var; onu verecektim.

- Sen evli misin?

- Hayır.

- Kaç yaşındasın?

- Yirmi.

- Yaşın geçmiş. Ne diye evlenmedin?

- Binbaşı Işbara Alp’ın büyük kızı Almıla’yı istedim. Sende gönlüm yok, dedi. Onbaşı Sülemiş’in singilini (4) istedim. Sen yoksulsun dedi.

- Doğru mu? Yoksul musun?

- Evet.

- Acunda kimin, neyin var?

- Karımış (5) bir anam var. Yedi kardeşim var. Dört kısrağımla iki koyunum var.

- Tarlan yok mu?

- Vardı sattım.

- Kime sattın?

- Çinlinin birine.

- Neden sattın?

- Singilimi gelin ettim. Ona kalın (6) yaptım.

- Cezan nedir biliyor musun?

- Biliyorum.

- Evli bir kadına iliştiğin için Türk türesince, Kara Kağan buyruğunca idam edileceksin.

- Tasa değil! Tanrı beni bağışlar.

- Bir diyeceğin var mı?

- Var; anama, kardeşlerime Sançar baksın.

- İşittin mi Sançar?

- Sağır değilim, işittim.

 

Baş yargucu yerinden kalktı:

 

- “Bunu Kara Kağan’a bildirmeğe gidiyorum. Son söz yine onundur” dedi.

 

Ortalığa bir sıkıntı çöktü. Baş yargucu Kağanın otağına girmişti. Kağan ve beğler orada idi. Yargucu yere diz vurdu:

 

- “Yüce Kağan! Suçlu anlaşıldı; bu Onbaşı Karabudak’tır. Kadının yanına gittiğini, evli olduğunu bildiğini söyledi. Türelerimizce idam kararı verdik. Son söz gene senindir” dedi.

- Bu Onbaşı Karabudak kimdir?

- Binbaşı Işbara Alp’ın onbaşılarından yağız bir erdir.

 

Kağan düşündü. Kür Şad bu düşünüşü kolluyormuş gibi söze başladı:

 

- Yüce Kağan! Buyruk ver, bu onbaşıya başka bir ceza kessinler.

- Olur mu? Türeye baş eğmek gerek değil mi?

- Onbaşının ölümü türeye uygun olmayacaktır.

- Niçin?

 

Kür Şad baş yargucuya döndü:

 

- Yargucu, Onbaşı Karabudak Çinli karıya zorla mı ilişmiş?

- Hayır, kadın kendisi çağırmış!

 

Kür Şad, Kağan’a döndü:

 

- Yüce Kağan! Görüyorsun ki ortada bizim türemize uyar nesne yok. Onbaşı, kadına saldırsaydı o zaman cezası ölümdü.

- Onbaşının yaptığı bu iş türenin başka hiçbir yerine uymuyor.

- Biz şu kötü Çinliler için bir onbaşımızı öldürürsek budun bize kızar, bizden soğur.

- Türe önünde budun düşünülmez.

 

Kağan beğlere döndü:

 

- Beğler! Yargucunun verdiği karar doğru mudur?

 

Beğler: “Doğrudur” diyerek karara iştirak ettiler. Kür şad tek kalmıştı.

 

***

 

Baş yargucu yerine geldiği zaman alandaki ölüm sessizliği bozulmamıştı. Baş yargucu, Karabudağ’a son sözlerini söyledi:

 

- Onbaşı Karabudak! Kağan yarguyu doğru buldu. Türk türesini bozduğun için öleceksin.

 

Karabudak’la Sançar bakıştılar. Sonra yüzlerini yere eğdiler. Yasavulbaşı, Onbaşı Karabudağ’ın karşısına gelip durdu:

 

- Onbaşı Karabudak! Kılıç mı, ok mu?

- Ok.

 

Genç onbaşı okla ölmek istediğini bildiriyordu. Yasavullar iki yanına girerek Karabudağ’ı götürdüler. Beride, bir ağacın dibinde Karabudak oka tutulacaktı. Binbaşı Işbara Alp’ın bütün onbaşıları, Karabudağ’ın savaş yoldaşları koşarak çıkagelmişlerdi. İlk gelen Pars oldu:

 

- Karabudak! Seni yitiriyor muyuz?

- Görünmez belâ. Bir suç işledim.

 

Arkadan Onbaşı Sülemiş yetişti:

 

- “Karabudak! Kız kardeşim seninle evlenmeğe razı olmuştu. Yazık!” diye bağırdı. Karabudak acı acı güldü.

 

Onbaşı Yamtar, Karabudağ’ın boynuna sarıldı:

 

- “Yazık yiğidim sana! Şu acunda daha kaç çamçak kımız içmiştin ki…” diye ağladı.

 

Onbaşı Üç Oğul, Karabudağ’ın omzuna vurdu:

 

- “Yoldaşım! Kız kardeşini bana verir misin? Ona baktıkça seni anarım. Oğlum olursa adını Karabudak koyarım” dedi.

- Veririm. Anama söyle. Artık kalın isteme. Yoksulluğumu bilirsin.

 

Onbaşı Arık Buka hiçbir şey söylemedi. Yalnız Karabudağ’ın boynuna sarıldı.

 

Onbaşı Gök Börü Ötüken’in bu en öfkeli, deli onbaşısı bağırdı:

 

- Söyle Karabudak! Kim sebep oldu? Tanrı tanık olsun onu tepelemeden kılıcımı kınına sokmam.

- Sebep olan yok arkadaş! Sebep ben kendimim…

 

Sançar biraz kıyıda duruyordu. Arkadaşına yaklaşmamıştı. Hem de akraba idiler. Karabudak çağırdı:

 

- Sançar! Bana bir avunç vermeyecek misin? Senin diyecek sözün yok mu?

 

Sançar ağır ağır yaklaştı:

 

- “Karabudak! Beni kendine borçlu bırakarak gidiyorsun. Benim kimseye borcum yoktu. Bu kötü!” dedi.

 

Biraz sonra yasavul okçular geldi. Bağa Tarkan:

 

- “Haydi yiğitler. Çağ geldi. Savulun” dedi. Onbaşılar geri çekilirken Karabudak seslendi:

- Binbaşıya söyleyin: Dirliğimce başka suç işlemedim.

 

Yasavulbaşı sordu:

 

- Onbaşı Karabudak! Gözlerini bağlayalım mı?

- Onbaşı Karabudağ’ı göğsüne saplanacak on oktan korkar mı sandın?

 

Yasavullar Karabudak’tan yirmi adım uzakta idiler. Beşi diz çökmüştü. Beşi onların ardında ayakta duruyordu. Bağa Tarkan buyurdu:

 

- Ok çek!

 

On yasavul sadaklarından birer ok çekerek kirişlere yerleştirdiler. Bağa Tarkan gene buyurdu:

 

- Gezle!

 

Yaylar gerildi ve Karabudağ’ın göğsüne çevrildi.

 

Son kumanda yamandı:

 

- Okla!…

 

Keskin, vınlayıcı bir ses, bir rüzgar sesi işitildi. On ok uçarak Karabudağ’ın göğsünü buldu. Genç onbaşının göğsü oklarla yalaşarak kardeş olmuştu.

 

Karabudak ilk önce sarsıldı. Sonra öne doğru sendeleyerek üç adım attı. Yavaş yavaş dizleri üstüne çöktü. Yüzünü, Tanrı ile konuşmak ister gibi, göğe çevirdi. Bir şey söyleyecekmiş gibi ellerini yukarı kaldırdı. Sonra iri bir ağaç gibi yere devrilip kaldı. Toprak bir anda kızıl kana boyandı. Tam bu sırada doludizgin bir atlının geldiği görüldü. Binbaşı Işbara Alp dörtnala gelmiş, fakat yetişememişti. Karabudağ’ı yerde görünce kaşlarını çattı. Yere atlayıp yanına koştu. Onbaşının başını koluna yaslayarak kaldırdı. Alnından öptü:

 

- “Yiğit onbaşıydı. Tanrı yargılasın” dedi. Diz yere vurup kendisini selâmlayan onbaşılarına bakmadan gene atına atlayarak dörtnala uzaklaştı.

 

O zaman onbaşılar Karabudağ’ın ölüsüne yaklaştılar. Göğsündeki oklardan birer tane çektiler. Çekilen okların yerinden genç onbaşının kanı şurluyordu. Pars, kımız çamçağını çıkardı. Karabudağ’ın kanından içine biraz akıttı. Sonra bıçağını çıkararak kendi bileğini kesti. Kendi kanından da damlattı. Öteki onbaşılar da öyle yaptılar. Yalnız Üç Oğul yanaşmadı. Pars sordu:

 

- Sen gelmiyor musun?

- Ben sizinle kan kardeşi olamam. Karabudağ’ın singilini alacağım.

 

Onbaşılar kımızdan birer yudum içtikten sonra kalanını toprağa serptiler:

 

- “Gök tanık olsun. Yer tanık olsun. Ağaç tanık olsun. Su tanık olsun. And içtik. Anda (7) olduk. Kan kardeşiyiz” dediler.

 

Onbaşı Üç Oğul onlara baktı. Kanı kaynamış, onlarla birlik bulunmak istemişti. Fakat Karabudak’la kan kardeşi olursa Karabudağ’ın kızkardeşini alamazdı. Halbuki Karabudağ’a söz vermişti: Onun kız kardeşini alacaktı. Altı onbaşı, ölen arkadaşlarıyla ve birbirleriyle kan kardeşliği antlaşması yaparken, onbaşı Üç Oğul elinde Karabudağ’ın bağrından çekilip çıkarılmış kanlı ok olduğu halde, gözleri yaşlı, bağrı yanık, içi bunlu obasına doğru gidiyordu.

———————————————–
(1) Yargu: Yargı, mahkeme
(2) Yasavul: Polis, inzibat
(3) Tamu: Cehennem
(4) Singil: Küçük kız kardeş
(5) Karımış: Yaşlanmış, kocamış
(6) Kalın: Çeyiz



İlginizi Çekebilecek Yazılar


Arama Kelimeleri: , , , ,

Yazar Hakkında: Gökhan KARAOĞLU

Merhaba Arkadaşlar ; Adım Gökhan, Sivaslıyım ve Sivas’ta yaşıyorum… Grafik Tasarımı ve Web Tasarımı ile ilgileniyorum, ayrıca bi kamu kurumunda çalışıyorum… Kendi Resmi Bloğumun Haricinde Filmkopatlar.com film izleme sitem ve diğer sitelerimde var.. Bu işi hobi olarak yapıyorum sizlerede bi nebzede olsa yararlı bilgiler sunabiliyorsam ne mutlu bana...

1 Yorum Bulunuyor.. »

Bu Konuya Yorum Yapın!

  • Film İzle - İndir